30 Ocak 2013 Çarşamba

*GERİYE DÖNEN ADAM

 
Yağmur yağıyordu
Benim saçlarımda kırağılar vardı
onun omzuza konmuş bir gül
 
kapıyı açtım,
elinde eski bir bavul
yüzünde daha da eski bir hikaye
geldim dedi, geldim işte
 
sana kendimi getirdim,belki unutmuşsundur
birlikte söylediğimiz şarkıları getirdim
bir kaç gömlek bir pijama attı
tuttuğum notları,
serin volta boylarında adımları sayıp susuşlarımı
elimle büyüttüğüm nazlı bir menekşeyi
gökyüzüne verdiğim dualarımı
çakmağımı,sigaramı,tabakamı
ve kitaplarımı getirdim
döndüm dedi,döndüm işte.
 
içeri girdi aksıyordu bir ayağı
oysa nasılda akardı bayrak gibi önümüzde
nasılda oynardı saçları rüzgarı bulanda
bir ceylan gibi nasıl da koşardı
 
ayağım dedi,
derin bir nefes aldı
İçerde dedi,
bir bakır tas bıraktım
bir kehribar tesbih
birkaç kitap,
birkaç iyi arkadaş
tüketilmiş bir çeza
ve bir ayak,güldü sonra
dedemin yemen çölünde bıraktığı ayağı
ben içerde bıraktım,
kurban olsun ikimizinki de memlekete
 
oturduk,
uzun uzun baktık birbirimize
onüç yıl sonra yeniden karşı karşıya
bir deli gençliği
birlikte düşürmüştük yollara
bir yüreğimiz vardı ve onu koymuştuk ortaya
ben başımı onun omuzuna yaslardım
o taleal okurdu kulağıma
ben bazı geceler oturup ağlardım
o dua ederdi hepimiz adına
 
bir sonbahar akşamında ayrılmıştık
caddelerde arabalar akıyordu
yağmur yağıyordu
babalar
ekmekleri saklamış çeketlerinin altına
korkuyla evlerine koşuyordu
düdükler ötüyordu,sirenler çalıyordu,
şehri kimler çalıyordu?
oysa biz onunla
yüreğimizi koymuştuk ortaya
 
arkasından baktım,
elinde tahta bir bavul,
cebinde ikimizin yüreği
şifadan ayrılık,rahmetten yoksulluk
şen olasın mahpusluk
 
kaldır gözlerini yerden,dedi
onüç yıl dediğin ne ki?
bana mektup yaz,
bir de menekşe resmi yap
ve bir gül gönder anama
kaldır gözlerini yerden,
onüç yıl dediğin ne ki?
 
yürüdü Yusuf
yanıp sönen mavi ışıklar düştü gölgesine
ben onüç yıl bekleyecektim
onüç yıl
kavuşmak için
cebinde rehin götürdü gençliğime
 
İbrahim SADRİ

27 Ocak 2013 Pazar

*BELKİ YİNE GELİRİM

 
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Her sözcük dilimin ucunda küfre dönüyor çünkü
Bir gök gürlese bari diyorum, bir sağnak patlasa
Bitse bu sessizlik, bu kirli yapışkanlık bitse
Ama bir tufan az mı gelir yoksa yine de
Yırtılan ve parçalanan bir şeyler olmalı mutlaka
Hiç durmadan yırtılan ve parçalanan bir şeyler.
 
Oysa ne kadar sakin bu sokaklar ve bu kent
Ne kadar dingin görünüyor bana şimdi gökyüzü
 
Gidenler nerde kaldılar, özledim gülüşlerini
Bir kenti güzelleştiren yalnız onlardı sanki
Onlardı çocuklara ve aşka ölesiye bağlanan
Kadınları güzelleştiren herhalde onlardı
"Tükürsem cinayet sayılır" diyordu birisi
Tükürsek cinayet sayılıyor artık
Ama nerede kaldılar, özledim gülüşlerini onların
 
Uzun uzun bakıyorum kıvrılan sokaklara
Tek yaprak bile kıpırdamıyor nedense
Ve tek tek söndürüyor ışıklarını varoşlar
Alnımı kırık bir cama yaslıyorum, kanıyor
Kanımın pıhtılarında güllerin serinliği
Ve fakat bir cellat gibi yetişiyor pusudaki
Dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
 
Yaşamak neleri öğretiyor, düşünüyorum
Okuduğum bütün kitaplar paramparça
Çıkıp dolaşıyorum akşamüstleri bir başıma
Bir uçtan bir uca yalnızlıklar oluyor kent
Bulvar kahvelerinin önünden geçiyorum
Sarmaşık aydınlar, arabesk hüzünler
Bir gazete sayfasında sereserpe bir yosma
 
Sesler gittikçe azalıyor, kuşlar azalıyor
Ve ne zaman yolum düşse vurulduğun yere
Kızgın bir halka oluyor boynumda o sokak
Hüznü yalnız atlarımız duyuyor artık
Biz çoktan unutmuşuz böyle şeyleri
Ama içimde bir sırtlanın dalgın duruşu
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
 
İçimde zaptedilmez bir kırma isteği
Dizginlerini koparan bir at sanki bu
Soluk soluğa kalıyorum her sonbahar
Ve sevgilim ne zaman hoşgörülü olsa
Bir yolculuk düşüyor aklıma, gidiyorum
Bütün gençliğim böylece geçip gitti işte
Ama hala bir şeyler var vazgeçemediğim
 
Hangi duvar yıkılmaz sorular doğruysa
Bir gün gelirsek hangi kent güzelleşmez
Şiirlerim bir dostun vurulduğu yerde yakıldı
Geri almıyorum külleri yangınlar çıksın diye
Devriyeler çıkart şimdi, bütün ışıklarını söndür
Sorduğum hiçbir soruyu geri almıyorum ey sokak
Ve dilimin ucunda küfre dönüyor her sözcük
 
Dudaklarımı kanatırcasına ısırıyorum günlerdir
Bir gök gürlese bari diyorum bir sağnak patlasa
Bitse bu kirli ve yapışkan sessizlik, hiç gitmesem
Oysa ne kadar sakin sokaklar, bu kent ve bütün yeryüzü
İpince bir su gibi sızıyorum gecenin tenha göğüne
Sessizce çekip gidiyorum şimdi, sessiz ve kimliksiz
Belki yine gelirim, sesime ses veren olursa bir gün…
 
Ahmet TELLİ

26 Ocak 2013 Cumartesi

*GİDİYORUM



 
puslu bir sabah ayazını peşimden sürükleyerek gidiyorum.
yalnızlığımı köhne bir sandalın sahipsiz sürüklenişine bırakırken,
hüznüm ardından ağlıyordu
alışkanlığından vazgeçen bir tiryaki gibi sıkıp yumruklarımı,
arkama dönüp bakmadan gidiyorum..
sahibi olmadığım ama üzerime zorla giydirilen,
bir beden büyük bütün kaçışları ihtiyacı olanlara bırakacaktım,
vicdanım el vermedi
usulca soyundum
ve sahiplerine geri verilmek üzere bir kenara bıraktım hepsini,
gidiyorum..
 
umudum küçük bir kız çocuğu,
el sallayarak çağırıyor beni uzaklardan
ısrar etmeyeceksin kalmam için ama hani olur ya,
yine de etme yapamadığım tek şeydi baharda kardelen yetiştirmek
sen onu istedin, mahcup oldu yüreğim,
gidiyorum..
 
oysa benim de hayallerim vardı;
dans edecektim yağmurda,
sonbahar’a vedaları değil gülüşleri yapıştıracaktım,
çiçekler alacaktım olur olmadık zamanlarda
fazla geldi çıplak elle çizdiğim resim tuvaline
konuşturma beni giderayak
çünkü ödünç aldım suskunluk adını verdiğin silahını,
gidiyorum..
 
eskiden olsa eteğimi çekiştirip beni kandırırdı içimdeki çocuk,
üzüleceğimi bile bile
gözlerine buzdan sarkıtları sen mi yerleştirdin..?
ki artık ağlayamıyor bile
onu bu kurak, duygusuz ve yeşili az topraklarda,
her şey iyi olacak gibi asılsız vaatlerle büyütüp,
hayata kazandırmam olanaksız
o çok sevdiğin korkularını,
her mevsime açık pencerenden içeriye bırakarak,
içimdeki her şeyden habersiz çocukluğumu yanıma alarak gidiyorum..
 
sen bir bedenle sevişmek istedin,
bense yüreğinle ve beyninle ve gözlerinle
adımlarımızın uyumsuz olduğunu neden hemen kabullenemedim diye kırılarak kendime,
gidiyorum..
 
şimdi notaları sahipsiz ve öksüz kalmış yarım bir şarkıdır sevmek
canımı daha fazla acıtamayacağını bilmek,
biraz olsun mutlu ediyor beni
sürüklenmiyorum dikkat et,
gidiyorum..
sessizce ve hiçbir şey yaşamamış gibi
 
bir süre sonra denize ulaşıp,
korunaklı seyir defterimin ilk sayfasına taze ve diri umutlar işleyeceğim
yüreğimi çıkartıp her şeyiyle masaya dökerken,
senden daha cesur olduğum için utanma sakın
bu cesaret,
çocukların masum dualarından çaldığım inatçı bir bekleyişti sadece
 
bana balonlar alabilecek kadar yürekli bir sevgiyi,
korkularıma rağmen başım dik karşılayacağıma dair söz vererek gidiyorum..
 
bir bedeni değil, bir yüreği özlediğin vakit,
umarım zamanın olur güneşin doğuşunu huzurla izlemek için
bana ait olan ve olmayan,
bütün soruları ve cevapları ardımda bırakarak gidiyorum..
az kullanılmış ve bayandan bir sevda bırakıyorum sana
yolun açık olsun..
 
Pelin ONAY


25 Ocak 2013 Cuma

*EFTELYA

Alex Gros-1975
 
yitirilmiş aşkın sürgün durağı
kaybetmişliğin acı telaşı
gözlerinde çilekeş bir hüzün
pazar ayinlerinin durgun yüzü.
kimsenin bilmediği hiç kimsesizliği
kanatlarında yorgun bir hayat çırpınışı
sancıyan yaralarının izi, siluetinde
gamzesinde yaşanmışlıkların derinliği
ve susuşlarının çığlığı nemli gözlerinde.
sevdalı bir hayatın ağır romanı…
yetim kalmış bütün isyanların
esaretine saklanmış yürekli şefkati…
adı eftelya…
 
akşamları inerdi sesi sokağımıza
yorgun bir şarkının hicaz bestesi ile
muhayyer kürdi bir efkar olurdum
"ben" derdi
"hıyaneti mekruh emanetlerin
nasıl satıldığını gördüm"
sonra…
iki damla süzülürdü yanaklarından
ben susardım
ve yüreğine dalardım…
bir görseydin kendini gözlerimde
anlardın elbet sana nasıl yakıştığını
ağlayan hüzünkâr yüzünün
çare bulmaz ayrılıklarının
suretinde bıraktığı gizleri…
tüm maviler senin olsun eftelya
umut yeşili gözlerinden süzülüp
erişeyim gönlünün payitahtına
komaz benim gibi bozkır çocuğuna
sahipsiz sevdaların yetim çığlıkları.
ama bu imkansıza erişmek gibi eftelya
uzak düşler ülkesinde bir mazi
hayal ikliminin tarifsiz lodosu…
öyle bulut bulut bakma gökyüzüne
sana sevdakeş bir ömür sunmak yasak bana…
 
ah eftelya!
taşırken sen güzelliğini koynunda haç gibi
nasıl gelirim eşkiya(!) gibi aşk yollarına
ne olur öyle sevdalı bakma bana
çilagahımda bir ömür günah süremem
gönlüne ilişmek haram bana ah sevdalı kız
gererim çarmıha vuslata erişmemiş aşkları…
giderim buralardan eftelya,
ezdirmem gönlümün ferahlığını
ellerim açılmışken semaya bir cami avlusunda…
saçlarımda Haliç’ten çaldığım yosun kokusu
ve ihanetleri arındırıp tel tel zulamdan
çeker giderim kurak topraklarımın
asi ve yalansız mekanlarına…
 
Arif Onur SOLAK

*HURMA MESAFESİ

 
Sesimi duyamıyor musun?
Kalbimi dinle!
 
Duyamıyorsan beni; ya çook uzaklardayım senden…
Veya çok yakınında, ama çok…
Üçüncü ihtimalse bir akan deryanın iki yakasındaki ayaklar gibi kalmamızdı.
O oldu: Bağlandık; kavuşamadık!
Kavuşanlar ise bizimle kavuştu…
Öyle bir ödüldü ki bu; sanki cezaya benziyordu mahşeri beklemek!

En zoru; aynı köprünün iki ayağı gibi kalmak:
Hep bağlı, ama hep aynı mesafede…
Yani seni özlemek cenneti özlemekle bağlantılı yahut cenneti, seninle daha çok özlemek!
Karşımda sen; iftar sofrasındaki hurma hasreti!

Sımsıkı bağlarla sarılmışsan bana ve ayakta tutansam seni,
ben de öyle sarmalanmışım ki sana, seninle ayakta durabilirim;
aynı köprünün diğer ayağı gibi…
Bilirim ki senden düşmek, toprağa düşmektir veya nihayet cennete çıkmaktır!

Aynı köprünün iki ayağı; sen ve ben…
Asla vazgeçmeyen biri birinden…
Asla küsmeyen biri birine ve asla ve asla ve bu aslaların sonuncusu;
asla biri birinin omzuna yaslanamayan, kucağında uyuyamayan!..
Bir göz göze bakıp eriyiştir bizimkisi, karşı kıtaya; kendi dünyalarımızdan.

Hâlbuki her gelen sendendir bana ve sana her giden benden!
Aah ki bana süzülmeseydin, sürülmeseydin zehir acısı gibi; böyle yanar mıydım derinden, kaynar mıydı içim, tüter miydi başım ve akar mıydı kelimelerim sana doğru;
bir volkandan taşan lavlar gibi?
Keşke bir köprü ayağı gibi susabilseydim; susuşunu dinleyebilseydim; dediğini duyabilseydim; seni anlayabilseydim…

Sesimi duyamıyor musun?
Kalbimi dinle!
Duyamıyorsan beni; ya çok uzağım senden veya çok yakın.
Ya da…
 
Muammer ERKUL

24 Ocak 2013 Perşembe

*ADSIZ

 
Dem de gece …
Seni anlatıyorum sessizliğime.
Kıyıda hiç sönmeyen ateş
İçindeyim şimdi ben.
Ne pervane olabildim bu gece
Ne mutlu ateş böceği.
Tek/li dansını izledim saatlerce
Ve …
Üşüdüm yine…
Ateş üşüdü
Dolunay küskün
Deniz hırçın…
Gece sordu seni
Dağıldık…bitti diyemedim.
Bir rüzgar ki savurdu bizi,
Hiç bilemediğim adrestesin sen şimdi
Bense başka bir bilinmezde yitik
Kal demeyi gurur
Git demeyi ar bildim
Artık yoksun…
Canın sağolsun.
 
Devrim Tülay AYDIN


*BAŞIMIN BELASI

 
Haydi artık gidelim bu kapıdan
Işık söndü ayaz bastı gönlüm
Tanıyanlar nerden diye sormadan
Terk edelim sokağını
Gönlüm gönlüm…
Başımın belası..
 
Yavaş yavaş alışalım geceye ,
Umut etme ne yarına seneye,
İki de bir tutupta pencereye
Dönüp dönüp bakma artık
Gönlüm gönlüm gönlüm
Başımın belası…
 
Şimdi şurdan çıkacağız caddeye
Yaralıyız belli etme kimseye
Yardan kalan bu ateşi sinede
Yaka yaka kül olalım
Gönlüm gönlüm
Başımın belası….
 
Yavaş yavaş alışalım geceye ,
Umut etme ne yarına seneye,
İki de bir tutupta pencereye
Dönüp dönüp bakma artık
Gönlüm gönlüm gönlüm
Başımın belası
 
Mazlum ÇİMEN

*ÇARE


 

Ben can sıkıntısına çare buldum
İşim varmış gibi davranıyorum
Aşıkmışım gibi yapıyorum
Bekliyorum orda burda
Ne bu telaş diyor biri
Treni kaçıracağım diyorum
Ne bu dalgınlık diyor yanımdan geçen
İşte bakın anlamıyor musunuz
Ya siz
Ne yapıyorsunuz
 
Nahit Ulvi AKGÜN


22 Ocak 2013 Salı

*GÂVUR ELLERİNDE AŞK

 
Yürürken sahilinde güzel İzmir’in
Victor Hugo’nun sözleri gelir aklıma
-İzmir bir Prensestir- diye
Prenses İzmir de
Prenses’le el eleydim
Elleştik sahilinde İzmir’in

Aklım Deniz
O yüzden yüreğim denize kabarıyor
Kabardıkça aşk yeniden
Yine yeniden filizleniyor

İzmir zaten bir aşk masalı gibi
Aşık olmasan yutar deniz seni
Ben elleştim İzmir isimli prensesle iki gün sahilinde
Okşadım saçlarını
Gözlerine gömüldüm
La Sera da bir birayı ne kadar özlemişim
Aşk, Prenses İzmir ve ben
Üç çay içelim sahilinde

Kordon boyu uzar gider
Atatürk’ün gittiği yollar
Şimdi ki Gavur elleri
Gavur İzmir bir prenses
Ben prensese vurulmuşum
Ve Deniz
Deniz serilirken önümüzde
Ellerimde kuru kara bir kız
Kurusu aşk
Karası sevda
Yüreği insan

Gavur İzmir bir prenses gibi
Serer denizi ayaklarıma
Duygularım dökülür
Yürürüm
Yürürüm
Yürüdükçe yollarım
Denize
Yani aşka çıkar

-----Aşk sen Deniz de güzelsin
---Hem de Gavur Ellerinde

Erdal İrfan İzmir sahillerinde Prenses'in ellerinde

Erdal İRFAN

*DAR SOKAĞIN AŞIĞI

 
İnce minareye eğilen ay
Düşme sakın dar sokağa
Orda ben varım
Elim, eline uzanmış onun
Aşkı fısıldayan gecede
Duyuldu duyulacak
Yüreğimin vuruşu
O bir şiir gibi
İç geçiriyor pencerede

Yağmuru unutsak da içimiz ıslak
Her sözcükte ayrı bir özleyiş
Bilmem ki bu nasıl konuşmak
Yaseminlerden geceye savrulan
O uysal düş yalnızlığı
Gözlerimizi kapasak

İnce minareye eğilen ay
Düşme sakın dar sokağa
Karanlık korusun beni
Kötü gözlerden
Rüzgarımı sen kolla
Çelimsiz gölgem çekilsin
Düşlerin sığınağına

Haykırasım geliyor bu aşkı
Gizlemek zorundayım ama

Hüseyin YURTTAŞ
 


*MAVİ'YLE YAŞANIR

 
dalganın gözlerime düşen sesine
küçük bir balık geldi
yüzgeçlerinden elime yakamozlar akıtıp
"deniz hep ayna gökyüzüne
suyuna bak" dedi, gitti.

ertesi gün ellerimdeki maviyle okuduğum gazeteler
küçük bir balığın kıyıya vurduğunu yazıyordu
son nefesinden önce "maviyle yaşanır" diyen...
 
Memnune TUNÇ


21 Ocak 2013 Pazartesi

*EN İYİSİ



Dağ tepesinde bir çam olamazsan,
Vadide bir çalı ol.
Fakat oradaki en iyi küçük çalı sen olmalısın.

Çalı olamazsan bir ot parçası ol, bir yola neşe ver.
Bir misk çiçeği olmazsan bir saz ol.
Fakat gölün içindeki en canlı saz sen olmalısın.

Hepimiz kaptan olamayız, tayfa olmaya mecburuz.
Dünyada hepimiz için bir şey var.
Yapılacak büyük işler, küçük işler var.
Yapacağınız iş, size en yakın olan iştir.

Cadde olamazsan patika ol.
Güneş olamazsan yıldız ol.
Kazanmak yahut kaybetmek ölçü ile değildir.
Sen her neysen, onun en iyisi olmalısın.

Douglas MALLOCH

17 Ocak 2013 Perşembe

*GİDİYOR MUSUN DİYE SORMA BANA

 
Gidiyor musun diye sorma bana.
Gönderen sensin.
Ne terk etmeyi istedim seni,
Ne de daha yaşamadığımız bu aşkı toprağa gömmeyi.
Senin kadar öfkeliyim ben de.
Senin kadar endişeli...

Bir dokunuşunla bin kenti yıkacak güç verirdin bana
Ama inandıramadım seni.
Sen, sorgularken beni kafanda
Ben, gözlerinin içine bakıyordum kuşkuyla.
Bir tek sözün bağlardı beni sana,
Oysa sen hep susmanın koynunda.

Aşkın içine bir kez girdi mi kuşku,
Teslim alır bedenleri de.
Sütten çıkmış ak kaşık değildim
Ama yalanı sokmadım iki kişilik dünyamıza.
O dünya ki bazen minicik bir odada
Bazen kentin ortasında şekillendi.
Nasıl da güzeldi...
Zaten varsın diye her şey güzeldi ama
Sen buna inanmadın. Ah bu sorular...

Yaşamak varken sevdayı delice,
Niye boğarız sorularla?
Nasıl ikna edebilirdim seni?
Ben, aşk dedikçe sen, dur dedin.
Ben, seninleyim dedikçe
Sen, hayır dedin.
Zaten az konuşan sen
Olumsuz ne kadar sözcük varsa
Bulup çıkardın ortaya.
Bense hiç bir şey diyemedim.

Ne kadar zarar vermişim sana meğer.
Nasıl değiştirmişim seni.
Oysa hiç böyle düşünmemiştim.
Kimseye zarar vermek istemem ben.
Kimseyi olduğundan farklı bir hale getirmek istemem.
Ama öyle oldu işte.
Demek ki; gitmelerin zamanı şimdi.

Çocukluğuna sığınır atlatırsın bu acıyı.
Ne sevişmelerimiz kalır aklında, ne sevda sözlerimiz.
Rahat değilim diyordun ya, rahat ol artık.
Gülüşlerini saklaman için bir neden kalmadı.
Tedirginliğinin sebebi de kalktı ortadan.

Biliyor musun bir tanem!
Gidişim yürekten değil, zorunluluktan.
Sanma ki, bu toy sevdayı başka kimliklere taşırım.
Sanma ki, benden sakladığın gülüşleri
yalancı yüzlerde ararım.
Seni de götürürüm yüreğimde.
Her zaman yokluğunu taşırım.

Bulup, bulup kaybettim seni bebeğim.
Ne yazık ki, tozduman edemedim kuşkularını.
Ne yazık ki, kalamadın bana.
Öpücüğümün kokusu kalacak kapının eşiğinde.
Kokladıkça; bizi bir yanlışa mahkûm ettiğini anlayacaksın
 
 
Şiiri yollayan sevgili Cansu AYDOĞAN'a teşekkür ederim.

16 Ocak 2013 Çarşamba

*KİRLİBEYAZ

 

haylaz bir adamdan da başlanabilir sevmeye
Tertemiz kâğıtlara mürekkep dağıtır da
sonra gelip yıkanır teninle
 
kara bir adamdan da başlanabilir sevmeye
upuzun yola düşse gece korkar da
sonra gelip sığınır gölgene
 
ucuz bir adamdan da başlanabilir sevmeye
tepeden tırnağa yağma durur da
hep 'bi dostluk' kalır geriye
 
Enver ERCAN

15 Ocak 2013 Salı

*Lİ PO


Ve Li Po da sarhoşken ölmüştü.
Sarı Nehir’de bir ay vardı,
Kucaklamaya çalışmıştı.
 
Ezra Pound
Çeviren: İsmail Haydar Aksoy

*ÇOCUK KALALIM HEP AŞKA


De ki sevda yorulmuş
umurunda değil öyküdeki bulutun
oysa yazan biliyor,
içine ağlar sevdalılar
bense bilenirim inadına,
kötürüm bırakılmış duygularım adına
ilencim, halden bilmez
zamansız,
soğuk bir buluta

özlemi içinde saklı, nakışlı mendil
sen anlat,
gücüm yetmez benim
inceden içine işlemiş bir sevdayı çıkarmaya,
inadına diyorum,
inadına aşk olmalı

hele dur,
söyleyecek sözüm var yoldaş duygulara
yazacağım seni,
umut adına sokak duvarlarına
tutuklu geziyorsa sevdam, aldırma
bu kentin kuşları dikine uçar biraz da
konmaz her dala
büyümek biraz da örselenmekse
çocuk kalalım hep aşka
biliyorum eksiliyorum günlerin tınısında
çoğalmalıyım oysa sular gibi,
işgalci olmalı bu sevda
toprak gibi, verici
şimdi dağılsın zılgıtlar,
dört bir yana
biz çocuk kalalım hep aşka
 
Tayfun IŞILDAR


12 Ocak 2013 Cumartesi

*SADECE


 
   Gözlerinde çakan şimşek değil
   Sevginin parıltısı olmak istiyorum
Ellerinde bir yumruk değil
Bir gül goncası olmak istiyorum
Sensizken de seninle yaşamaktansa
Benim olmanı istiyorum …
 
Nevin Meltem TOPRAKOĞLU
"Meneviş"

*ŞAH BEYİTLER -97



Ahmed’in râzını fâş eyledi zârilik ile
Ney gibi bu dil-i sad-pâre elimden ne gelir


"Ahmed’in sırrını, ney gibi bu gönlü parça parça olmuş (âşık),

 ağlayıp sızlayarak açığa çıkardı. Elimden ne gelir.

“Rivayete göre Peygamberimiz İlâhî ...aşk sırrını Hz. Ali’ye söylemiş. Bu sırrın yükü altında ezilen Hz. Ali, gidip Medine dışında kör bir kuyuya bu sırrı anlatmış. Kör kuyu bu sır ile coşup köpürmüş ve taşmıştır. Su, her yeri kaplayınca kenarlarında kamışlar yetişmiş. Oralardaki bir çoban bu kamışlardan birini kesip muhtelif yerlerinden delmiş ve üflemeye başlamış. Çıkan ses kalplere coşku ve heyecan verip ilâhî sırrı anlatır olmuş. Peygamberimiz tesadüfen
bu çobanın ney sesini işitince durumu anlamış. O günden sonra ney, bir ilham kaynağı olmuştur” yanıp yakınarak âşığın sırrını açığa çıkarmıştır.


Sıtkı NAZİK'ten alıntıdır.



*GELİNCİKYA


1.

Ben İlkokul’da, kalbimi gelinciklere yaklaştırmada birinciydim.
O zaman daha, konya,konya olmamıştı: Siyah beyaz fotoğraftı uzayda,
danseden dervişlerin yüzü hariç: Çünkü onların yüzleri ve ayakları
gelincik yapraklarıyla ovulmuştur, daha iyi dönsünler diye.

2.

Hanği sokağa, hangi parka çarpsam, birşey olmazdı bana:
Çünkü benimle çarpıştığında herşey,bembeyaz bulut olurdu:
Bu yüzden yumuşacıktır,İzmir’in sokakları ve parkları.
İzmir zaten her gece uzaydan dünyaya dökülen yıldız tozları değil midir?

3.

Çok meraklı bir çocuktum ilkokulda,her deliğe parmağını sokan.
Kuran kursundan bile attılar beni, herşeyin anlamını sorduğum için:
-Dinozorlar artık neden uçamıyorlar hocam?
-Balıklar bizim abimiz mi?
-Gelincikler cumartesi günleri neden hep firarda?

4.

Dünyanın en küçük camisi Bitez’de, şapka gibi asılı denize:
geceleyin gizlice çaldım onu,şekerci dükkanından akide şekeri çalar gibi.
Ya yakalansaydım, allah kızar mıydı...
- Portakal bahçesi mi yapardı beni ?

5.

Ne güzel ! Tüm portakal bahçeleri kardeşim olurdu:
Mandalina bahçeleri sevgilim, nar bahçeleri de kaçak aşkım.
Ama biliyorsunuz, gelincik tarlaları bahçe değil, bıçaktır
Yeryüzüne uzaydan fırlatılmış.

6.

Ne zaman dahil oldum dünya nüfusuna bilmem.
Belki de Atlas dağlarında at sırtında dolaşırken girdim dünyaya.
Başka gezegenden çalındığım kesin.
Bir gelinciğin içinden fırlatıldım dünyaya.

7.

Babam sarışın bir süvari başçavuşu.Yıllarca gitti geldi eve,
hiç atını ve yüzünü görmedim.Öldüğünü bile haber vermedi bana.
İki kardeşi vardı, serbest güreşte dünya şampiyonu, 50’li yıllarda.
Vurdular mı rakiplerinin sırtlarını mindere, kıvılcımlar çıkarırlardı:
Sonra seyircileri selamlarlar,kulaklarının ardında bir çift gelincik.

8.

En çok annemi sevdim ben,incecik esmer bir kadın:
Gözleri ışıklı kahverengi,Ege ve dünyalar güzeli.
Öptü mü beni, bulutlara çarpardı saçlarım.
Elimden tutup Gelincikya’yı gösterdi bana.

Bu yüzden olsa gerek,
ışıklı kahverengi gözlü kızlar titretti beni hep
bir de gelincikya

Özkan MERT

*HAFTA TATİLİ

 
 
Şimdi ben cumartesi olsam
Ya da pazar
Çıkar mısın bana gezmelere
Oh şöyle bir temiz hava
Deniz
Şöyle insansız bir köşede
Bir cumartesi bir sen
Bir Pazar bir sen

Şimdi ben cumartesi olsam
Olmaz ya olsam
Göğsüm çiçekler açmış
Bir orman ortası
Bir park tenhası
Fiskiyeli havuzumda kırmızı balıklar
Kuş seslerim cabası
Bir cumartesi bir sen
Bir Pazar bir sen

Olmaz ya olsam
Sen işi asmışsın
Ben takvimi asmışım
İki asmış aşık
Esrik mi esrik
Koyun koyuna
Etrafta ne huri ne gılman
Cennet burası
Geçmişiz kıldan ince köprüyü
Asmışız
Gelmişiz
Olmuşuz bir
Bir cumartesi
Bir Pazar
Bir sen
 
Nurol BANABAK


9 Ocak 2013 Çarşamba

*KONSOMATRİS ZAMAN


 Eylül tezgahında dokunuyor hüzünler,
Dolaşıyor. Yapışkan demlerse hep peşimizde,
Anımsatıyor son vedasını şu ömrün.
... Gömüyoruz sevda yorgunu anıları
Geçmişin toprağına güngünü,
Birgün yeşerir diye umut ağacı…

Boyuyor içimizi maviye
Turfanda düş kırıntıları yine de.
Damlalar düşüyor sarı yaprakla
Al ufka bakan gözlerimizden…

Isırıyor içimizi sessiz çığlıklar,
Kaplıyor kalp atlasımızı ince bir sızı.
Sonbaharın ıslak, sarı saçları
Düşüyor omzuna kekeme umutların,
Dili çözülmüş mevsimlerde
Acemaşiran ney sesi…

Kendinden başka kimseyi görmüyor felek,
Gözünde pas tutmuş kader gözlüğü.
Hevesler; okunmamış bir roman, aşklara gebe,
Yüreğimiz; iğdiş olmuş tutsak düş ardiyesi…

Zulmün acısını döküyor ayrılık üstümüze,
Ezberlenmiş tercümesini yokluğun.
Geçip gidiyor hayatlar sevgili beklemekle,
Dayandı güz finale düş ku(ı)ran yalnızlığımız…

Hiç nektar vermiyor aşka
Dolaştım da tüm çiçekleri birbir.
Anladım vefasızmış bütün günler geceler,
İçiyor ömrümüzü konsomatris bir zaman…

 Durmuş Ali  ÖZKALE-ADANA
“Aşk ve Zaman” adlı kitabı

*DIŞARDA KAR


 
kar yağıyor dışarda
sokak lambasına düşüyor
ve serçeler
üşüyor

kenarları hafifçe yanmış
... sayfalarına kan
sıçramış
bir kitapta
nazım hikmet
okuyorum.

dışarda kar yağıyor
ve dağ lokantasına
gidiyor
zengin
kasabalılar.

kar yağıyor dışarda
mektubun yeni gelmiş
istanbul
kokuyor.

dışarda kar yağıyor
seni seviyorum.

Behçet AYSAN


 

8 Ocak 2013 Salı

*ŞAH BEYİTLER-96


Cirm-i gül der-çemen-i ĥüsn-i tu dûlâb şeved
Ġonce ez-şerm-i leb-i lal-i tu mîzâb şeved
"Gülün cismi senin güzellik çimeninde dönme dolap olur.
Gonca, senin la’l gibi dudaklarından utandığıdan oluk olur."

Lebîb





7 Ocak 2013 Pazartesi

*PAPATYA

 
Koskoca bir bahçede
Demetler içinde bir papatya.
Aşık olmuş, yanmış, tutuşmuş
Ak sakallı bahçıvana...
Bir ümit bekliyormuş.
Yüzlerce çiçeğin arasından
Onunla, sadece onunla
Saatlerce ilgilenmesini.
Buz gibi suyunu
Sadece ona döksün istiyormuş...
Sadece ona değsin makası,
Sadece ona gülsün dudakları.
Kıskanıyormuş bahçıvanı
Kırmızı güllerden,
Sarı lalelerden,
Mor menekşelerden.
Papatya, sadece bahçıvan için açıyormuş,
Bembeyaz yapraklarını...

Bir gün,
Aşkı öyle büyümüş ki,
Papatya yapraklarını taşıyamaz olmuş.
Eğilivermiş boynu.
Toprağa bakıyormuş artık.
Bahçıvanın sadece sesini duyuyormuş
Ayaklarını görüyormuş.
Bunada sükür diyormus.
Yetiyormuş ona, bahçıvanın varlığını hissetmek.
Zaman akıp gidiyormuş.
Papatya bahçıvanın yüzünü görmeyeli çok olmuş.
Ne var sanki boynumu kaldırsa
Bi kerecik daha görsem yüzünü diyormuş.
Yanıp tutuşuyormuş...

Ve işte bir gün..
Bahçıvan papatyaya doğru yaklaşmış.
İncecik bedenini ellerinin arasına almış.
Elindeki sopayı, köklerinin yanına, toprağa sokmuş
Bir iple papatyanın gövdesini bağlayıvermiş sopaya.
Papatya o an daha çok sevmiş bahçıvanı.
Hâlâ göremiyormuş onu,
Ama bedeni kurtulmuş.
Uzun bir müddet sonra,
Bahçıvan uğramaz olmuş bahçeye.
Gelen giden yokmuş...

Kahrından ölecekmiş papatya.
Ama işte bir sabah,
Hortumdan akan suyun sesiyle uyanmış.
Derin bir oh çekmiş.
Çılgıncasına sevdiği bahçıvan geri gelmiş.
Birden, kendisine doğru gelen iki ayak görmüş.
Bu onun delicesine sevdiği bahçıvan değilmiş.
Başka birisiymiş.
Adamın elinde bir de makas varmış.
Papatyanın kafasını kaldırmış yukarıya doğru
Ne güzel açmışsın sen öyle demiş.
Bu gencecik, yakışıklı bir delikanlıymış.
Gözleri gök mavisi, saçları güneş sarısıymış...
Ama gövden seni taşımıyor demiş.
Elindeki makası papatyanın boynuna doğru uzatmış
Ve bir hamlede başını gövdesinden ayırmış.

Papatya yere düşerken hatırlamış sevdiğini,
O ak saçlı, ak sakallı, yaşlımı yaşlı bahçıvanı hatırlamış.
Bir de o gencecik, yakışıklı delikanlıyı düşünmüş,
Ve o an anlamış, neden o yaşlı bahçıvanı sevdiğini.
O, her şeye rağmen, papatyaya emek vermiş.
Belki, ona hiç bir zaman güzel olduğunu söylememiş,
Ama onu asluında hep sevmiş.
Papatya anlamış artık.
Sevgi; emek istermiş...
Yere düştüğünde son bir kez düşünmüş sevdiğini,
Teşekkür etmiş ona içinden..
Son yaprağı da kuruduğunda,
Biliyormuş artık...
Gerçek sevginin, söylemeden,
Yaşamadan ve asla kavuşmadan
Varolabileceğini...


6 Ocak 2013 Pazar

*DÜŞLERİN VAR GÜCÜYLE

    
  yok ülke’ye


var o ülke
dedi çocuğun düşleri
saklambaç oynatırken yıldızları gökyüzünde
aydedeyi yuvarlarken yokuş aşağı
ebemkuşağının sırtından
ve
güneşten kopardığı tel tel ışıkları
bağlayıp bulutların beline
salıncaklar kurarken göğün mavi bahçelerinde
özgürlüğü gördüm
gözlerinde

ah çocuk
beni de al
hangi zamana yolculuk

siyah beyaz bir fotoğraftan fırlayıp
elimden tutu çocukluğum
çoğaldı adımlarım
kendimden kurtulup
koyverdikçe düşlerimi halkın içine

büyüdük düşledikçe
yürüdük
taşın toprağın kara yazgısına fırçamızı sürerek
ürküttük haramileri
bölüşülen ekmek kokusuyla

dirildi ölgün yanlarım
yıkıldı tapınaklar sunakların üstüne
bir kuş şimşek gibi boşandı kafesinden
iğne deliğinden geçip
en duru tonuna kanatlandı maviliklerin
bir taş çekildi suyun yatağından
selam verdi saygıyla çağlayanın akışına
sıra dağlar bir halaya durup
silkeledi karlarını zemheri ortasında
gülümsedi doruklar
eğilip öptüler denizlerin nazlı dalgalarından
ozanların yükseklere ağan ezgileriyle
kucaklaştı yamaçlar
türkülerle sulanan çiçekleri
takıp takıştırırken

bir umut sağanağı boşandı içime
gözlerime bastırdım gözlerinin ak yazgısını çocuğun
atladım ışıltısının terkisine
ve düşlerimin var gücüyle
geçtim
bilmem hangi zamanın bahçelerinden
bir mağaranın içinde yakılan ilk ateşi gördüm
ışıldayan iki gözün
birbirine sevgiyle bakışına yaslanıp
bir güldüm
bir güldüm
uzaklardan bakıp bakıp kendime
ah
ne yağız bir at yapmıştım dedemin bastonundan
ve haydutları nasıl da kaçırtmıştım
komşumuzun bostanından

ben
dedi çocuğun gözleri
sadece tozunu aldım zamanın
ve sildim puslanan aynaları
şimdi daha çetin bir zamana yolculuk
koynu karga yuvası korkuluklar dikiyorlar bak
haberin var mı

var dedim çocuk
tanığıyım zamanın
duyumsuyorum
ılgımlardan gerçeğe yürüyorum
yok/sunmam bir daha
gözlerinden gözlerime miras kalan
düşlerle aşılandım yarına
sevginin en kadim dilinden bir ezgiyle
türküler söylüyorum
bak
fidanlar devşirdim yurdumun her yerinden
umut dikiyorum

tüm çocuklar için
o yok ülke’ye yasalar biçiyorum

 
Muhammet AKYILDIZ



5 Ocak 2013 Cumartesi

*YOKLUĞUNUN RENGİ BEYAZ

 
gelişini bana yaz diyordun ya...
ellerim buz, tenimde ayaz
neye deysem,
nereye gitsem yokluğun beyaz

uzun sürdü yüreğimdeki kış
uzatsam ellerimi, eski bir otel odasından
sesimi bulabilir misin
bunca eskitilmişliğin arasından

çarşaflara seriyorum sensizliği,
sürahideki su kadar eskimiş ayrılığımız
dönüşsüz gitmeler iklimindeyiz
nedensiz bu ağlamalar

zaman,
yokluğunu büyütüyor,
kapanmamış bir yara da...
yorulmuş bir güneş gibi gözlerin
kirpiklerinde şarapsı sarhoşluk
bakmasam düşecekler,
ıslak bir ikindi vaktine sorgusuz
ince bir ney sesi gönül hânemde

bardaklara dolduruyorum sensizliği
rengi... beyaz.
 
Tayfun IŞILDAR


4 Ocak 2013 Cuma

*ÇOK GEÇ GELSEN DE...

 
gelmen güzeldi
geç olsa da
güneşlendi günüm
sesinle
yüzün denizdeydi
gülüşün, gözlerin mavideydi
eylül gibi hüzünlerin
yüreğimdeydi

büyümüştü bir şeyler
acıtırcasına
bu bir sevda sesiydi
duyamadığın
çok geç değil mi şimdi ?
sevdiğim çiçekleri getirmen
bıraktım her şeyi
sararmış mektuplarda

elimi tutsan da
anlatamam karanlıklarımı

karlı yollarda
şarkılar söyleyen
yağmur dolu bulutlardan
sevgiler yağdıran
ben o değilim ki artık
eskisi gibi

gün vurmuş kıyılarda bile
üşüyorum
inanmasan da...
 
Sevim YAZAR


*NE OLUR

 
bir sonraki şarkıyı çalın ne olur
ağlamanın girdabındayım
sevda denizinde.
bir sonraki anıyı anlatın bana
bir sonraki çocuğu görsün gözlerim
sayrılardayım
bir önceki anının güleç çocuğuna sarılmaktayım

umudu koyun cebime
doğmamış çocukların perçemlerinde parmaklarım
ne olur
bir sonraki günü gösterin
gelecek mevsimin gelinciklerine koşsam ne çıkar?
yarınlar gebeyse güzel günlere
bugün dursun,
bir sonraki günü gösterin
hemen öleyim.

elime bir kırlangıç yumurtası koyun ki
öfkem yatışsın.
ne olur, bir sonraki kuşu uçurtun bana
yeni seherlerin sabırsızıyım.
bir önce doğurun güneşi ne olur,
ekinlerin gövermesini bekleyemem
sarı rüzgarları bugünden biçin bana.

çocukluğumun saçlarını ağartmayın ne olur,
bir sonraki sevdadan sarın bana.
kasıklarını dövüyorsa barış ananın
o çocuğu bugünden doğurun bana.
sonra hep o şarkı çalsın ne olur.
ne olur;
               bir sonraki ölümleri bekleyemem...          
 
                  Bülent TOP                        

3 Ocak 2013 Perşembe

*BEN İSTERİM


Ben isterim ki
Bulutlar ağlasın
Çocuklar ağlamasın.
Hiçbiri öksüzlük
Yetimlik duymasın.
Ben isterim ki 
Konuşsun her çiçek
kendi dilince
Silahların
kesilsin sesi.
 Ben isterim ki
soğuğa, karanlığa
kapansın kapılar,
Gözler kapanmasın,
Sözler kapanmasın.
 Ben isterim ki,
Yangınlar sönsün,
Umutlar sönmesin.
Erişsin her meyve
kendi çağında.
Yüreklere
acı söz değmesin.
 Ben isterim ki,
eğilsin dallar 
bereketten.
İnsanoğlu
başını eğmesin
utançtan ya da güçsüzlükten.
 Ben isterim ki
gözyaşı gibi
aksın pınarlar
berrak, duru
toprağın üzerinde.
Pınar gibi
akmasın gözyaşı
yeryüzünün hiçbir yerinde.
 Ben isterim ki
Her şey eğilsin
insanın önünde
insan insana tutsak olmasın.
 Ben isterim ki
sevinç, mutluluk
bol olsun.
Yürekten yüreğe,
ülkeden ülkeye
açık yol olsun...
 Resul RIZA