31 Aralık 2010 Cuma

*BU YENİ ZAMANDA...


YENİ SENEDE ŞANSINIZ VE MUTLULUĞUNUZ BOL BOL OLSUN .....

Bu yeni zamanda...
Sevdiğim kim varsa, kendim de dahil, sevebileceğim herkes de dahil...
Sağlığı iyi olsun. Kalbi ritmini çalsın.
Sevdikleriyle birarada olsun . Gözleri gözlerinin içine baksın.
Nesi varsa, bölüşücek biri olsun; nesi yoksa, bulup getiricek biri olsun.
Bu birileri az ama öz olsun. Bazıları dünyada tek olsun. Sevgisinin tamamını harcasın. Harcasın ki, ona büyük bir miras kalsın.

Sevmekten bıkıp usanmayacağı biri olsun. O herşeyine, her haline tek tanık
olsun. Bir hareketiyle güldüren, bir hareketiyle ağlatan olsun. Duyguların
hepsi onda olsun. Kalbi buna teslim olsun. Bütün şarkılar onu anlatsın.
Aşık olsun, sırılsıklam olsun. Kurumasın.

Yapmaktan bıkıp usanmayacağı bir işi olsun. Başarının gerçek adının bu olduğunu unutmasın. Yaptıkça daha iyi yaptığını görsün. Daha iyi yaptıkça bunu başkaları da görsün. O başkalarının bunu gördüğünü, dış gözüyle görsün, iç gözüyle işine baksın.

Neşesi bol olsun. Kendini mutlu etsin. İçinde birşey durup durup zıplasın. Duydukları, gördükleri onu gıdıklasın, kahkaha attırsın. Gürültü çıkarsın. Saçma şeyler söylesin. Çocuklukta en şımardığı ana, sık sık gidip gelsin. Nereye gidip geldiği bilinmesin.

Değiştirmek istedikleri değişsin. İçte ve dışta, iyi günde ve kötü günde tadilat yapsın. Eskilerini atsın, ruhunu havalandırsın.

Birşey ona sürpriz olsun. Günlerinden birgünü, bir pakete sarılı olsun. Açılınca, içinden hiç beklemediği güzel bir haber çıksın.

Bir hayali gerçek olsun. Bir hayale gözünü yumsun. Peşinden koşup, onu sobelesin. Hayalini kendinden saklamasın. Bir çizgi filmde olduğunu,
herşeyin mümkün olduğunu unutmasın.

Mutlu seneler

Seda SEVGEN

30 Aralık 2010 Perşembe

*SEVERSİNİZ BAZEN...


Seversiniz bazen...
Bir kuşu beslemek misali,
karşınızdaki insanı sevginizle beslersiniz.

Farklıdır sevmesi insanların...
Kimi kafese tıkar kuşunu öyle besler,
alır özgürlüğünü elinden, seviyorum sanır.
Öyle sandıkça sıkar karşısındakini, bunaltır.
Ufacık bir fırsat bulsa kaçmak,
kurtulmak ister artık kuş.

Aslında korkularından... yapar insan bunu,
karşısındaki insana anlatamaz, anlatmasını bilmez.
Bir başka insana gitmesini istemez.

Her koca devin koca korkuları vardır, kimse bilmez.
Kimi de serbest bırakır kuşunu.
Salıverir gökyüzüne,
döner gelir elbet der, döner gelir seviyorsa.

Alır riski çekinse de birşeylerden.
Bilir ki; koysa kafese bir gün kesin kaçıp gidecek,
bir gün kesin terkedecek.
Serbest bırakır!
Döner gelir o da karnı acıktıkça,
yüreği sevgiye acıktıkça.

Ne kadar çekinse de bilir geri döneceğini adam.
Bilir başka yerlere, başka kişilere gitse de
bir gün, bir şekilde geri döneceğini...

Kuş ta bilir daha iyisinin olmadığını
ama bazen nankörlüğü tutar.
Unutur onun için yapılanları,
uğramaz olur bir zaman...

Başka kapılarda, başka pencerelerde aynını arar.
Ama bilmez başkalarda hiç aynılık bulunmaz.
Pişman olur, geri döner bir zaman sonra.

Öyle yenik, öyle mağlup döner ki hem de...
Artık kafese girmeye bile razı olmuştur.

Şanslıdır...
Eğer geri döndüğünde açık bir pencere
veya aynı evde, aynı kişileri bulabilirse...
Eğer terkettikleri taşınmamış,
Aynı yerde kalabilmişse...

W.Generous BLACKSTON

29 Aralık 2010 Çarşamba

*ÇAM SÜSLEME GELENEĞİ


Hıristiyanların İsa'nın doğuşu olarak kutladığı Noel bayramı, çok eski Türklerin yeniden doğuş bayramıdır.
Türklerin, tek Tanrılı dinlere girmesinden önceki inançlarına göre, yeryüzünün tam ortasında bir akçam ağacı bulunuyor.
Buna hayat ağacı diyorlar. Bu ağacı, motif olarak bizim bütün halı, kilim ve işlemelerimizde görebiliriz.

Türklerde güneş çok önemli.
İnançlarına göre gecelerin kısalıp gündüzlerin uzamaya başladığı 22 Aralık'ta gece gündüzle savaşıyor.
Uzun bir savaştan sonra gün geceyi yenerek zafer kazanıyor.
İşte bu güneşin zaferini, yeniden doğuşu, Türkler büyük şenliklerle akçam ağacı altında kutluyorlar.

Güneşin yeniden doğuşu, bir yeni doğum olarak algılanıyor.
Bayramın adı : NARDUGAN
(nar=güneş,
tugan, dugan=doğan) Doğan güneş.
Güneşi geri verdi diye Tanrı Ülgen'e dualar ediyorlar.

Duaları Tanrıya gitsin diye ağacın altına hediyeler koyuyorlar, dallarına bantlar bağlayarak o yıl için dilekler diliyorlar Tanrıdan.
Bu bayram için, evler temizleniyor. Güzel giysiler giyiliyor. Ağacın etrafında şarkılar söyleyip oyunlar oynuyorlar.
Yaşlılar, büyük babalar, nineler ziyaret ediliyor, aileler bir araya gelerek birlikte yiyip içiyorlar.
Yedikleri; yaş ve kuru meyveler, özel yemek ve şekerleme. Bayram, aile ve dostlar bir araya gelerek kutlanırsa ömür çoğalır, uğur gelirmiş.
Akçam ağacı yalnız Orta Asya'da yetişiyormuş.
Filistin'de bu ağacı bilmezlermiş.
Bu yüzden bu olayın Türklerden Hıristiyanlara geçtiği ve bunu da Hunların Avrupa'ya gelişlerinden sonra onlardan görerek aldıkları söyleniyor.

İsa'nın doğumu ile hiç ilgisi yok.
"Doğum, güneşin yeniden doğuşu"

Sümerolog
Muazzez İlmiye ÇIĞ

*GİT-ME...

Sen gittiğinde,
...sonbahar tüm hüznü ile çöker omuzlarımın üstüne, Yapraklar sararır birdenbire, dökülür hüzünlü omuzlarımdan kırık kalbimin derinliklerine. Yabancı dilde söylenen bir tangonun anlaşılır hisleri eşe geçirir ruhumu, sessizce... Omuzlarımın umutsuz direnişinde, seninle birlikte sensiz, sonsuzluğa düşerim. Pencereler kapatır göz kapaklarımın önünü. Gözlerim duymaz olur. Sesin zaten görülmez... Oysa sen yankılanırsın uzaklardan kopup gelen yüzünün izinde... Beni bana taşıyan bin türlü aşk tarifinde...

Bir koku hediye kalır sen gittiğinde...

Sensizlik kokusu kaplar evleri, sokakları, bu yalnız, bu terkedilmiş, bu ürkek şehrin şu yalnızlık havasını. Yanımdan geçen her kadının kokusu sensizliği taşır bana. Sensizlik ağırdır, sensizlik uzundur, sensizlik zordur. Sokaklar boş, sözler boş, şehir boş, her şey boşalır... Bir sessizlik çöker artık ihtiyar adımlarıma. Gençlik ağır gelir sensizlik sınırlarında. Gemiler vardır sana doğru gelen, trenler, uçaklar, arabalar... Bir de “ah bir çalsa..” dediğim telefonlar. Sesinin o sarı hasreti. Uzaktan kopup gelmesini beklediğim o bir çift sözün hasreti. “Seni seviyorum” dediğin o sessizliklerin hasreti...

Ağzından çıkan her kelimenin pastel rengini özlerim, omuzlarının utangaç duruşunu, soğuk havalarda hoyratça ellerini tutşumu.

...seni özlerim, sensiz sessizliğimde.

Sen gittiğinde, durur zaman.

Güneş, ay, bulutlar öylece durur. Dalgalar durur, rüzgârlar durur, insanlar durur. Ben durmam.

...ben seni özleyemeye devam ederim. Durmadan, bıkmadan, usanmadan döneceğin günü beklerim. Bulutlara takılırım, güneşle şakalaşır, dolunayda gölgeni ararım. Dalgalar bir türlü yazıp sana atamadığım şişelerin hesabını sorar, rüzgârlar kolumdan tutup beni sana taşımaya kalkar, çok geçmeden insanlar ne doluğunu anlamaya başlar. Sen, acımasız zamanı da beraberinde götürürsün. Tüm saatler, dakikalar, saniyeler saygıyla geleceğin günü bekler.

Bende beklerim.

...sensiz zamanı bensiz geçiririm.

Sen gittiğinde uçan bir halı ile düşlerine konuk olurum.

Kendi rüyalarımdan seninkilere bir masal pensi olarak patika bir yol bulurum. Uykularımda sana koştuğum için sensizken hep seninle uyurum. Göz kapaklarım sana açılan mağaranın iki serserisi, iki bekçisi, 40 Haramiler’in son ikisidir... Geceleri içine düştüğüm karanlıklar sana açılan aydınlıkların habercisidir. Sensiz, tarih yazılı masallardan ibarettir. Sensizliğin en büyük dostu, geceleri bir masal prensesini uçan bir halı prensine taşıyan saliselerdir.

Sen gittiğinde kırmızı bir mühür vurulur hayatı(mı)n üzerine.

Sen gelene kadar “tadilat nedeni ile kapalı(yız)dır” kalpler. Ruh dünyalarında yıllık sayımlar yapılır. Yediğim her şey seninle çarpılır, duyduğum her heyecan sana bölünür. Seni düşünmediğim her an benden çıkartılır, beni düşündüğüm her an seninle toplanır. Ve sonuç hep “sen” çıkar. Bir tek “sen”in sağlaması beni “ben” yapar.

Yolumu eşkiyalar keser sen gittiğinde.

Hayat daha zor geçer. Beyaz yalanlar, maskeli süvariler, boş bedenler sen gelen kadar kapımın önünde nöbet bekler. Dostluklar ağır bir yüktür. Sana anlatılacak anlamlı anlamsız çok şey vardır. Sözcüklerin içi çok daha çabuk boşalır. Ve kafama düşünülmemesi gereken, bir çöp torbası dolu fuzuli düşünce takılır. Suskunluklar daha bir anlam kazanır. Sen görmezsin, sen bilmezsin, eminin hissetmezsin...

Sensizken beni taşımak her zamankinden daha zorlaşır.

Sen gittiğinde,

Gündüzleri sokak lambaları sanki hiç sönmüyor ve geceler zifiri karanlıkta geçiyor. Nefes alınmıyor, yalnızca veriliyor. Arabalar duruyor, yollar hareket ediyor. Güneş dünyanın etrafında dönüyor, dünya ayın çekim alanına giriyor. Kumlar denizleri kaplıyor, yunuslar toplu intiharlarla kendilerini kumsallara vuruyor. Karada yenilen vurgunlara derin düşüncelerde sıhhat bulunuyor. Sonbaharı yaz takip ediyor, yaz sonrası ilkbahar geliyor. Her kar yağdığında güneş açıyor ve güneşli havalarda beni en çok sensizlik donduruyor.

Bir yara açılır içimde, senin her gidişinde.

Çaresiz bir hayat mahkumu...

Umutsuz bir yalan taciri belirir o derin yaranın içinde. Ruh avcısı olurum, beden simsarı...

Sensizlik alıp sensizlik satarım. Başkalarında hep seni ararım. Kaçayım derken yine sana yakalanırım. Kan kaybı değil, sensizlik çektiğim. En çaresiz anlarımda yani sen kaybından ruhumu teslim etmek üzereyken senden gelen bir kart beni yine bana, telefondaki sesin beni yine sana taşır. Bir hayal mahkumunu siyah beyaz flu bir fotoğraf karesi tekrar hayatla tanıştırır.

Sen gittiğinde, ben de giderim.

Gittiğin uzaklıkların tam tersinde sana ulaşmaya çalışır, kendime yenilirim. Utanmak gelmez aklıma her gördüğüm cansız ruha seni sorarım. Tanımazlar seni. Oysa beni görenler senin de varlığını anlar. Kimlik kartı olarak seni taşırım. Umulmadık çevirmelerde kolluk kuvvetlerine seni takdim eder, iş başvurularına imzayı hep “sen” diye atarım. Doktorlar sıhhatimi öğrenmek için seni dinlerle. Senin adına öksürmemi, ağzımı açtırdıklarında derinliklerimde seni görmek isterler. Tüm tahlil sonuçları sen çıkar.

Danışmalara seni rehin bırakırım. Çıkışta seni ceketimin iç cebine koyarım. Kalbimin üzerinde sen durursun. Biliyor musun benim varlığımı bana, en iyi sen kanıtlıyorsun.

Sen gittiğinde, söz de bitiyor.

...ve sensizlik, senin kadar ağır geliyor.

Cüneyt ÖZDEMİR

28 Aralık 2010 Salı

*TANIMAYACAKSIN...


Olmadığım o zamanlarda
Bir bulut seninle
Gölgesi üstünde hep
O bulut benim
Tanımayacaksın

Bir rüzgar eteğini savuracak
Saçların darmadağın
Bir elin eteğinde bir elin saçlarında
O rüzgar benim
Tanımayacaksın

Gecenin bir zaman yatağından
Bir o yana bir bu yana
Ne uykudasın ne uyanık
O rüya benim
Tanımayacaksın

Yapayalnızken konuşacaksın olmayan biriyle
Anlatacaksın hiç anlatamadılarını
Dinleyecek birisi benim
Tanımayacaksın

Bir sızı duyacaksın olmadık zamanlarda
Sızlayan yerini bilmeden
Anılarda çarpacak yüreğin
O sızı benim
Tanımayacaksın

Aziz NESİN

*SENİN BU SAÇLARIN....



Senin bu saçların senin bu boyun
Senin bu benlerin öldürür beni
Senin bu leblerin senin bu sözün
Senin bu dillerin öldürür beni

Senin bu harçların senin bu huyun
Senin bu kaşların senin bu yayın
Senin bu duruşun senin bu boyun
Senin bu kolların öldürür beni

Senin sallanışın senin gezişin
Senin kirpiklerin senin sezişin
Senin bu esrarın senin sezişin
Senin bu yolların öldürür beni

Senin bu yanağın senin bu dilin
Senin zülüflerin senin bu telin
Senin yaz baharın senin sümbülün
Senin bu güllerin öldürür beni

Senin hayır işin senin şer işin
Senin arayışın senin soruşun
Senin Acem şalın senin sarışın
Senin bu bellerin öldürür beni

Senin bu Ruhsati'n senin kardaşın
Senin benim için böyle telaşın
Senin bu feryadın senin göz yaşın
Senin buselerin öldürür beni

RUHSATİ

27 Aralık 2010 Pazartesi

*ARZUHALİM SANA EY KAŞI KEMAN

BUGÜN BEYOĞLU SİNİ CAFE' DEYİZ...(HER PAZARTESİ) Hasnün Galip Sokak No:27 (Galatasaray Kulübü Sokağı) BEYOĞLU/İST Tel: 0212 245 16 89


Arzuhalım Sana Ey Kaşı Keman
Dara Düştüm Kerem Eyle Al Beni
Od Düştü Sineme Aman Ha Aman
Aşkın Ateşine Etme Kül Beni
Neredeysen Kömür Gözlüm Bul Beni

Harami De Deli Gönül Harami
O Dost Açtı Şu Sineme Yaremi
Lokman Bile Bulamadı Çaremi
Bir Yar İçin Esir Aldı Çöl Beni
Neredeysen Kömür Gözlüm Bul Beni

Çok Bekledim Baştabibim Gelmedi
Canda Cana Canan Derman Olmadı
Aşık Haydar Şad Olup Da Gülmedi
Dost Köyüne Uğratmadı Yol Beni
Neredeysen Kömür Gözlüm Bul Beni

Aşık HAYDAR

http://www.celaliboylu1.blogspot.com/

PAYLAŞ

*ATATÜRK'ÜN ANKARA'YA GELİŞİ


Takvim, 27 Aralık 1919 Cumartesi.
Hava açık, ılık. Birkaç gün önce sepeleyen kar tutmamış.
Halk, Çankaya bağlarının batısındaki Kırşehir yoluna açılan yokuş boyunca akın akın yollarda. Kulaklar minarelerde. O tarihi anı, selalarla bütün Ankara’ya müezzinler duyuracaktı.
Mustafa Kemal’i karşılamaya çıkanlar arasında bölük bölük seymenler göz alıcı bir biçimde. Hepsi de çakı gibi. Kimi atlı, kimi yaya. Kiminin sağ omzunda baltaları asılı, kiminin “Martini” tüfekleri çapraz. Şal kuşaklarında hançerleri parlıyor. Gözleri gibi.
Elbas köyünden usta davulcular gelmiş. Abdal Hasan’lar, Deli Haydar’lar, Kara Mahmut’lar, Mohaç’tan, Çaldıran’dan, ya da bir başka er meydanından.
Sabırsız bir bekleyiş bu.
Saatler öğleden sonra üçü on geçeyi gösterirken, o selalar duyuldu. Cümle halk arasında bir dalgalanma oldu. Yokuş başına doğru bir yüklendi Ankara. Bir sevinçli telaş, bir büyük heyecan.
Uzaklarda bir motor gürültüsü vardı. Sonra, korna sesleri. Evet, geliyordu Mustafa Kemal.
“Bandırma” vapuruyla Samsun’a gelen Osmanlı Paşası o “Miralay Mustafa Kemal Hazretleri” değildi bu gelen. Anadolu hareketini başlattığı için boynunda sarayın “idam fermanını” taşıyan, bütün rütbelerinden istifa etmiş ve “Milletin bağrına dönmüş bir fert olarak” sadece Mustafa Kemal’di.
Kutsal kavgamızın. “Kurtuluş Savaşı”nın hazırlığını tamamlamıştı. Ankara, bu hazırlığın doruk noktasıydı. Yaralı bir ulus, artık onun önderliğinde buradan şahlanacaktı.
Samsun’da bir hurdalıktan alınan, her parçası bir başka yerde bulunmuş, üstü açık, köhne otomobili yaklaşınca heyecan son haddine varmıştı. Davullar çok daha coşkuyla vuruyor, cümle tezahurat birbirine karışıyordu.
Gülümsüyordu Mustafa Kemal, henüz 38 yaşındaydı ama, yüzünde, nice savaş meydanının tandırında yoğrulmuş bir başka olgunluk vardı. Mavi gözleri çelik pırıltısıyla yanıyor, kalpağının iki kenarında, şakaklarında uçuşan başak rengi saçları, güzel yüzüne bir başka anlam veriyordu.
Yokuş başında, seymenlerin önünde durdu. Otomobilden indi. Onlara doğru ağır ağır yürüdü.
Hepsi bir anda esas duruşa geçtiler. Her soluk tek can olmuştu. Bütün gözler, onun gözlerinde düğümlüydü. Vakur ve sert bir sesle:
- Merhaba efendiler! dedi.
- Sağol Paşa Hazretleri...
- Arkadaşlar! Buraya neden geldiniz?
- Millet yolunda can vermeye geldik!
- Fikrinizde sabit misiniz?
- And olsun.
... Ve, işte o zaman Mustafa Kemal’in gözleri ilk kez yaşardı. Zincir kabul etmeyen bu ulus, onun peşinde, gerekirse ölüme bile, göz kırpmadan gidebilirdi.
(Yıllarboyu Tarih Dergisinden Alıntıdır.)

http://www.celaliboylu1.blogspot.com/
PAYLAŞ

26 Aralık 2010 Pazar

*SEN KARANLIKTAYKEN



SEN KARANLIKTAYKEN BEN,
GECEYİ SEVİYORUM,

Senin olmadığın akşamlarda
Ömrüm kısalıyor sanki.
Onun için bu defa
Az kararttım geceyi.
Şimdi ne varlığın,
Ne yokluğun belli.
Bu bulanık siyah hava,
Seni gizlemek
Ve duymak için yeterli.

Sana dokunamadığım akşamlarda
Bedenim eriyor sanki.
Kendime yüklüyorum
Bu açlığın kabahatini.
Sanki varmışsın da
"Kızgınmışsın" biraz bana,
O bahaneyle uzak duruyormuşsun.
İstemiyorum
Saçlarının savrulmasını
Rüzgarda.
Bu sevdadan benim payıma düşen,
Zaten fazla.

Senin olmadığın akşamları
Takvimden siliyorum.
Ömür haneme niye yazsınlar ki
Yaşamadıklarımı?

Senin olmadığın akşamlarda
Fersiz yanıyor sokak lambaları.
Ve o geceler,
Topluyorlar dilencileri...
Ve her kahkaha meyhanelerden yükselen,
"Anama söver" gibi...

Bir, İstanbul değil,
Sensiz akşamlarda sanki
Bütün kentlerin tutuluyor dili.
Öyle gecelerde
Görmezlikten geliyorum
Çöp kamyonlarının kenti kirlettiğini...

Cinsiyetler kalkıyor, yüzler seçilmiyor,
Herkes, çarşı iznindeki
"Tek tip er" gibi.
Bir yakalasam yaka paça,
Zamanı durduracağım.

Işıklandırılmış vitrin camları
Ayna olup yüzüme çarpıyor.
Anladım;
Ben sensiz gecelerde yaşlanıyorum.
En ihtiyarı oluyorum bu kentin.
En bilgesi, en ağırbaşlısı...
Aşkın olgunlaştırdığı
Suskun bir dervişim şimdi.
Bir sorsalar rezil olacağım.
Ben senden başkasını bilmem ki.

Senin olmadığın akşamlarda,
Ben yapmışım sanki tüm dünyanın işini.
Yoruluyorum,
Sabaha çıkmayacakmışım gibi.
Kör olmak için yarı yarıya,
Gözümü arabaların farlarına dikiyorum.
Her kadını biraz
Sen zannediyorum.

Senin olmadığın akşamlarda ben,
O an adını anmıyorsam eğer,
Koskocaman susuyorum.

Senin olmadığın akşamlarda ben,
Siyaha boyayıp yüzümü,
Maske yapıp gecenin karanlığını,
Bir Affan Dede bulup
"Satın almak" istiyorum "çocukluğumu."

Senin olmadığın akşamlarda
Geceler uzun sürüyor...
"Az karanlığım" gün ağarırken kapkara oluyor.
Gözlerimi kapıyorum,
Düşlerime emanet ediyorum seni...

Senin olmadığın akşamlarda
Daha uzun kalıyorsun bende böylece.
Senin olmadığın gecelerden uyandığımda
Dilimde hep aynı cümle:
Senin
Olduğun
Karanlığı,
Sensiz
Aydınlıktan
Daha çok seviyorum...

Tayfun TALİPOĞLU

25 Aralık 2010 Cumartesi

*SON SICAKLIK



Ellerim birine değsin
Isıtayım üşüdüyse,
Boşa gitmesin son sıcaklığım

 Cahit KULEBİ

23 Aralık 2010 Perşembe

*BİLMEZ MİYİM HİÇ...



Bilmez miyim hiç bütün bu sözler ne der ona
Bu sözler ve bu sözlerin içinde çırpınan uzaklıklar
Dolaşıyorum bir başıma, ortalıkta kimsecikler yok
Kıyılar da bomboş, kır yolları da
Soluğumu duyuyorum ara sıra, bir onu duyuyorum
Duymuyorum belki de, biliyorum yalnızca
Ayaklarımın altında yaban naneleri, kekikler
Yol kenarında bir kapı, tahta
Peki, kim yitirmiş evini, ya da
Hangi yitikle yok olmuş o yapı
Kimbilir
Vuruyorum yokuş aşağı, kıyıya
Bir taşın üstüne oturuyorum
Ben oturur oturmaz
Çıkıyor kuytularından bütün görünümler
Ve ufak bir oyun oynuyor bana doğa
Alıp alıp götürüyor gözlerimi bıkmadan
Kısalıp uzayan bir çift yılan balığını andıran gözlerimi
Güneşin şavkından yuvarlanan çakıllara
Tam o sıra bir vapur yanaşıyor iskeleye uzun sürecek bir sonbahar taslağı gibi
Denize yeni sürülmüs bir tarlaya benziyor, uyanık, diri
Ve işin tuhafı bense
Alışıyorum gittikçe
Her gün bir parça daha alışıyorum yalnızlığıma
Ürperiyorum bir ara arkamdaki ayak sesinden
Ve bu yüzden mi bilmem
Durup bir süre çevreme bakar gibi yapıyorum
Sürüyle kus havalanıyor defnelerin içinden
Sürüyle, evet, hatırlıyorum birden
Nicedir unutmuşum saymayı bile günleri
Dağılıp gitmişler herbiri bir yana
Kuşlar gibi, onlar da
Benimse ne gidecegim bir yer
Ne de özlediğim bir şey var
Öyleyse neden yazıyorum bu sözleri ona
Bu biraz sevdaya benzeyen, biraz da sevdasızlığa
Böyle gelişigüzel, böyle kırık dökük
Sanki hiç kimselerin kullanmadığı bir gün kalmış bana.

Uzun bir cumartesiyi hatırlıyorum, saat on iki
Dalıp gidiyorum, düsünüyorum da, saat on iki
Bir sigara yakıyorum, bir kağıda bir iki dize yazıyorum
Yerini iyi bilen, onurlu bir iki sözcük daha
Ama hiç kımıldamıyor, akrep de, yelkovan da
Yani tam böyle birşeye benziyor zaman
Yılgın ve çarpıcı renkler içinde pek kımıldamayan
Çıkageliyor sonra, saat on iki.

Anlıyorum
Yaşam elbette uzun biz duyabildikçe sevgiyi
Yalnızca bunun için uzun
Yani sevgiyle de sevebilir insan, sevdayla da
Örneğin
Bir sevgiyi yontup onarmak için
Döğüşmek de sevgidir
Ve benim bildiğim kadarıyla
Her şeydir bir insan, her şeydir
Yalandır kısalığı yaşamın
Ve özellikle insan dediğimiz şey
İnançli bir insan soyunun parçasıysa.

Sonunda başbasa kalıyoruz gene
Başbaşa kalıyoruz doğayla ben
İşte az önce yağmur da başladı, cumartesi günlerden
On temmuz cumartesi
Bir vapur daha kalkıyor iskeleden
Ve yağmur hızlanıyor biraz
Uzanıp yatsam diyorum otların üstünde çırılçıplak
Tam öyle yapıyorum
Şimdi yağmuru seviyorum, şimdi yağmuru seviyorum, yağmuru seviyorum.

Edip CANSEVER

22 Aralık 2010 Çarşamba

*MELEĞİM

Ayşe Melisa GEMİCİ'nin "Aşk-ı Hayal" adlı kitabı.

Yine uykuna yetişti hasretim.
Tüm gün seni düşünen yüreğim
Sensizliği tek bir saat bile düşleyemedi;
Ama
Yine de sevemedi gözlerin,

Unutmak istedim delicesine
Aşkı silip atmak
Sensizliği tatmak...
Olmadı meleğim;
Sevemedim senden başkasını
Bakamadım onun gözlerine yalvararıcasına.

Yapamadım meleğim,
Aşamadım engelleri.
Ben yine sensizliğe kaldım,
Gözlerimden yaşlar aktı
Hasret acısı yaktı.
Sen yine sevemedin meleğim.

"Aşk-ı Hayal"
Ayşe Melisa GEMİCİ
Adana Özel Gündoğdu Koleji
9-E

*YORGUN ÇİNGENE



Esmer elleri var sevdalımın
Uzun kirpikleri kaygılı ıslak
Saçları yüzüme değer uykumda
Soluğu derimde ürperir korkak

Esmer elleri var sevdalımın
Yorgun elleri var sevda şaşkını
Gülüşü kinini seven bir bıçak
Yaşamak yanılmak ölmek bıkkını

Yorgunsam bezginsem çaresizsem
Onu düşünürüm üzgün ve kırgın
Türkülerle avunması gibi
Yorgun bir çingene açlığının

Sennur SEZER

21 Aralık 2010 Salı

*ŞAH BEYİTLER-71


Zülfünün berg-i gül üstünde siyah-pûş olduğu
Budurur kim âşıkının mevtine mâtem tutar

Cemâlî

"Ey sevgili, saçının gül yaprağına benzeyen yüzüne siyah bir örtü olmasının sebebi âşığının öümüne yas tutmasıdır."

Sevgilinin yüzü güle benzetilir.
Saç siyahtır. Yas tutanlar başlarına siyah bir örtü bağlarlar. Şair, sevgilinin saçlarını siyah bir örtüye benzeterek âşığın sevgili yolunda ölüp gittiğini anlatmak istiyor.

Hazırlayan
İbrahim Cemal TORUN

*YAŞ



Yazmam daha aşk şiiri,
Diyenlerin kervanında kışladım
Çöle yağarken donmuş levhalarda kar sureti
İmkansızın bereketi
Gözümü alırken her yanımda ışıyan gençliğim
Kimin yaşındaydım bilmedim.

Geceleri heceleyerek söktüm
Aldım yedeğimdeki kelimeleri
Işığa tuttum içimi loş tutan nesneyi
Yunus’un yaşına geldiğimde
Dünyayı aşk, imkansızı erkek bildim.

Kelimelerle dokundum dünyanın hallerine
Dokunulmazlığım kalktı
Kendi şiirimde kendi Divan’ımdan
Sürüldüm
Git gide Fuzuli’nin
Yaşına geldiğimde.

Halk türkülerinin serçeli kafiyeleri
Gibi uçuşu kolay ve çabuk akla gelmez
Engelleri aşk için yapılan bütün benzetmelerin
Sırasını sektiren olayların gidişi
Yılları saymadan Karacaoglan’ın, Baki’nin yaşına geldim.

Görmenin gevşeyen bilgisi
Yaş aldıkça tutunduğum diri şaşkınlık
Başkasına doğru çözülüyor tenimdeki kelepçe
Zaman benim için de ileri gittikçe
Dönüp bakmaların tarihinden
Geri saydım kendimi sana geldim
Onca aşk içinden geçtim de
Kimsenin yaşına değmedim.

Kimsenin yaşına değmeden
Daha anısı kurumayan
Dünlerim bitmediğinde
Hayatın rüya dilini bile öğrenemeden
Hayatta kaldım
Onca felaketten
Şimdi buradayım
El ver yanına geleyim bunca aradığım,
Babam ol, oğlum ol,
Kardeşim, yoldaşım, arkadaşım ol,
Ben sevgilim gibi seveyim
Benim yaşıma geldiğinde.

Bildiklerim kadar unuttuklarımla da seni büyüteyim.

Biliyorum, yenilenenler geçmişe kadar kaçar birinde
Haritamı kaybettim ey Piri Reis!
Çinisi soldu maviliğimin
Nice Osmanlı şiirinde
Odalardan odalara
Azala çoğala
Yaşadım da
Fatih’in kokladığı karanfili
Denize bakan bir şiirde düşürdüm.

Rüyasında koklanmış karanfilini Fatih’in
Alınmış İstanbul’da düşürdüm
İçim başka yere sürüldü
Tarih alındı benden
Günümün acı ışığına kaldım yeniden

Bir sikkenin ilk basıldığı günü hatırlıyorum
Suç ışımasında ortak belleğin altın
Kaynağına indiğim suya düşürdüm
Kendi yaşıma geldiğimde

İlk şiirimi üzerine kazdım ben
Ben kendimi ilk şiirimde düşürdüm
Çok alındım kendimden.

Murathan MUNGAN

*BU AKŞAM



 Birden hatırlarsın,
O da seni  birden bazan:
Nerde, ne yapar şimdi
Parlar bir özlem anılar arasından.

Bu akşam ne garip sözcük
Sanki ilk duydum, yadırgıyorum:
Akşam. Bilmem bulur muyum
Yollara baksam?

Söner yangın birazdan
Yatışır özlem.
Bir gün karşılaşırız
Bir gün, bir yarım akşam.

Behçet NECATİGİL

19 Aralık 2010 Pazar

*VUSLAT



Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Ömrün bütün ikbalini vuslatta duyanlar,
Bir hazzı tükenmez gece sanmakla zamanı
Görmezler ufuklarda, şafak söktügü anı...
Gördükleri rü'ya ezeli bahçedir aşka;
Her mevsimi bir yaz ve esen rüzgarı başka.
Bülbülden o eğlencede feryad işitilmez;
Gül solmayı; mehtab, azalıp gitmeyi bilmez...
Gök kubbesi her lahza, bütün gözlere mavi...
Zenginler o cennette fakirlerle müsavi;
Sevdaları hülyalı havuzlarda serinler,
Sonsuz gibi, bir fıskiye ahengini dinler.

Bir ruh, o derin bahçede bir defa yaşarsa
Boynunda O'nun kolları, koynunda O varsa,
Dalmışsa O'nun saçlarının rayihasiyle,
Sevmekteki efsunu duyar her nefesiyle.
Yıldızları, boydan boya doğmuş gibi, varlık
Bir mucize halinde o gözlerdendir artık.

Kanmaz, en uzun buseye, öptükçe susuzdur
Zira, susatan zevk, o dudaklardaki tuzdur.
İnsan ne yaratmışsa yaratmıştır o tuzdan...
Bir sır gibidir azçok ilah olduğumuzdan.
Onlar ki bu güller tutuşan bahçededirler.
Bir gün nereden hangi tesadüfle gelirler?
Aşk, onları sevkettiği günlerde, kaderden
Rüzgar gibi bir şevk alır, oldukları yerden.
Geldikleri yol, ömrün ışıktan yoludur o!
Alemde bir akşam ne semavi koşudur o!
Dört atlı o gerdüne, gelirken dolu dizgin,
Sevmiş iki ruh ufku görürler daha engin,
Simaları her lahza parıldar bu zaferle;
Gök, her tarafından, donanır meş'alerle!

Bir uykuyu cananla beraber uyuyanlar,
Varlıkta bütün zevki o cennette duyanlar
Dünyayı unutmuş bulunurken o sularda,
-Zalim saat ihmal edilen vakti çalar da-
Bir an uyanırlarsa leziz uykulardan,
Baştanbaşa, her yer kesilir kapkara, zindan...
Bir faciadır böyle bir alemde uyanmak...
Günden güne, hicranla bunalmış gibi, yanmak...
Ey tali! Ölümden ne beterdir bu karanlık!
Ey aşk! O gönüller sana mal oldular artık!
Ey vuslat! O aşıkları efsununa ram et!
Ey tatlı ve ulvi gece! Yıllarca devam et!

Yahya Kemal BEYATLI

18 Aralık 2010 Cumartesi

*GİTMEK Mİ ZOR KALMAK MI?



bir akşamüstü gitmek... kalkıp gitmek bir geceyarısı veya şafağa kucak açarken karanlık..gitmek mi kolay olan, geride kalmak mı? bunu sorarız kendimize.. birbirimize.. sorarız sormasına da.. cevap alabilir miyiz, soruya verilen yanıt ne derece gerçeği yansıtır, gerçeğin yanına yaklaşır? işte bu tartışılır. gideni yolcu edene geride kalmak zor olsa gerektir. el sallamanın acı burukluğu, boğazda düğümlenen hıçkırıkların görünmezliğini sağlam çabası.. ve bunu başarmak için dudağa yerleştirilen sahte bir tebessüm. gözler! .. ya gözler? gülermiş gibi görünen fakat dikkatli bakan bir diğer gözün rahatlıkla yakalayabileceği, derine gizlenmiş acı bir gölge durur ve mahzun bakar gözbebeklerinin derininde. 'Hadi git' dersiniz... 'git artık, yolun açık olsun.' diliniz bunu telaffuz ederken yüreğinizde yangınlar başlamıştır bile çoktan. kalmak zordur.. zorlu bir yoldur.. bilseniz de gitmenin gerekli olduğunu, güzel geleceklerin doğumu için gidişlerin bir başlangıç hatta zorunluluk olduğunu... katlanılası değildir, çekilesi değildir. bedenin içine yerleşmiş yüreğin onunla birlikte gideceği korkusu mudur bu endişe? ateşi yakan kıvılcım bu korku mudur?
bu şehrin kaldırımları.. kaldırım taşları da alışmışsa yolcunun varlığına? nefes alışına, koşuşuna üzerlerinde... sonra koşmayı bırakıp (sözünü tutmak adına) yürüyüşlerine... 'ben bu şehri sevmiştim' diyorsa yürek? ... gitmek kolay mıdır acaba? geride kalmak zordur da! ya bir de beden ile yürek aynı mekanı paylamaktan yoksun sa? .. yüreği bırakıp gitmek.. akşamın karanlığında.. her ne kadar sabah olacak ta olsa, şafağın sökmesi yakın da... dost dediyse giden, geride bırakıp gittiklerine? dağlarına, kaldırım taşlarına, yaşlı kadınlarına, yetim çocuklarına... her biri tutup çekmez mi yüreğinin uçlarından sündürerek? ' kal! kal ne olur! ' diye feryat etmez mi?
gündoğumu yakındır artık... geceler sabahlara gebe... gitmemek olmaz ki! ' kal' diyen sesin büyüsüne kapılmak olmaz ki.! acılar diner mi yaraya merhem çalmadan? güneşler doğar mı sabah olmadan?
ha yüz km ötede olsun beden, ha bu miktarı katlayın istediğiniz kadar. yüreğin bedende hapsolmadığı sürece gidiş değildir gitmeler. ağlayışlar gereksiz, üzülmeler yersizdir. fakat; mücessem varlığın içinde sıkışıp kalmışsa can; bir nefeslik mesafe de olsa da yakın değildir.

gidenler ten olsun, etle kemik...
canlar burda dursun, yeter...
hatıralar canlı kalsın, bunu istedik...
mesafe dediğin nedir ki, nedir kilometreler?

Meryem ŞAHİN

17 Aralık 2010 Cuma

*ŞEB-İ ARÛS "Düğün Gecesi"


Yaşamını "Hamdım, piştim, yandım" sözleri ile özetleyen Mevlâna 17 Aralık 1273 Pazar günü Hakk' ın rahmetine kavuştu.

Mevlâna ölüm gününü yeniden doğuş günü olarak kabul ediyordu. O öldüğü zaman sevdiğine yani Allah'ına kavuşacaktı. Onun için Mevlâna ölüm gününe düğün günü veya gelin gecesi manasına gelen "Şeb-i Arûs" diyordu ve dostlarına ölümünün ardından ah-ah, vah-vah edip ağlamayın diyerek vasiyet ediyordu.

Hz. Mevlânâ’nın Vasiyeti:

Size, gizlide ve açıkta Allah’tan korkmayı, az yemeyi, az uyumayı, az konuşmayı, isyan ve günahları terk etmeyi, oruç tutmayı, namaza devam etmeyi, sürekli olarak şehveti terk etmeyi, bütün yaratıklardan gelen cefaya tahammüllü olmayı, aptal ve cahillerle oturmamayı, güzel davranışlı ve olgun kişilerle birlikte bulunmayı vasiyet ediyorum. İnsanların en hayırlısı, insanlara yararı olandır. Sözün en hayırlısı, az ve anlaşılır olanıdır.

"Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız!
Bizim mezarımız âriflerin gönüllerindedir"

*ŞİİRE GAZELE




Senin eşkin meni düşürdü dile
Neçe aşık olur bülbüller güle

Hasret çektim könül verdim
Seni sevdim men

Böyle bir güzele eşkimi tezele
Şiire gazele könül verdim

Eğer menden ayrı gezip dolansan
Menim bu eşkime bigane kalsan

Alışaram od tutaram
Hem yanaram ben

Buna da bilmeden
Sensiz ben gülmerem
Könlümü veremem heç kesemem
Könlümü veremem

Şenel ÖNALDI

16 Aralık 2010 Perşembe

*SENİ DÜŞÜNMEK



Seni düşünmek güzel şey, ümitli şey,
Dünyanın en güzel sesinden
En güzel şarkıyı dinlemek gibi birşey…
Fakat artık ümit yetmiyor bana,
Ben artık şarkı dinlemek değil,
Şarkı söylemek istiyorum

Nazım Hikmet RAN

15 Aralık 2010 Çarşamba

*AĞGÜL



Ağgül'üm şimdi Sivas'ta
Serin rüzgârlar eser...
Rüzgârlar alıp gider ümitlerimi
Ümitlerim gitti gider

Ağgül'üm şimdi Sivas'ta sessiz, sedasız
Boy verir ince serviler...
Sallanır bütün dalları garip sızılar içinde
Uzaklardan el eder...

Ağgül'üm şimdi uzakta, çok uzaklarda
Kadınlar, kızlar, gelinler...
bir yandan iş görür; bir yandan duyulmamış
Sıcak türküler söyler...

Ve şimdi yollardan bilirsin inim inim
Kağnılar gelir geçer...
Düşer yollara köylüler kağnıların ardından
Garip, perişan, derbeder...

Bir gariplik çöker gönlüme birden bire
Yollarda yolcular birer ikişer
Oy benim garip başım!..
Oy garip gönlüm!..
Gayri her akşam yüreğim, yaylı tamburlar gibi
İnim inim iniler...

Ağgül'üm şimdi Sivas'ta içli türküler söylenir.
Bütün içli türkülerde sen varsın...
Her köşe başında ürkek bir gölge gibi
Karşıma sen çıkarsın.

Konuş Ağgül'üm derim ağızsız, dilsiz
Selviler gibi susarsın
Ağgül'üm şimdi Sivas'ta
Serin rüzgârlar eser...
Rüzgârlar alıp gider ümitlerimi
Ümitlerim gitti gider.

Yavuz Bülent BAKİLER

13 Aralık 2010 Pazartesi

*İYİ VE KÖTÜNÜN YÜZÜ AYNIDIR...

Simyacının meşhur yazarı
Paulo Coelho'dan nefis bir hikâye…

Leonardo da Vinci;' Son Aksam Yemeği' isimli resmini yapmayı düşündüğünde büyük bir güçlükle karşılaştı...
İyi'yi İsa'nın bedeninde, kötü'yü de İsa'nın arkadaşı olan ve son akşam yemeğinde ona ihanet etmeye karar veren Yahuda'nın bedeninde tasvir etmek zorundaydı...

Resmi yarım bırakarak bu iki kişiye model olarak kullanabileceği birilerini aramaya başladı.

Bir gün bir koronun verdiği konser sırasında, korodakilerden birinin İsa tasvirine çok uyduğunu fark etti. Onu poz vermesi için atölyesine davet etti, sayısız taslak ve eskiz çizdi.
Aradan 3 yıl geçti. 'Son Akşam Yemeği' neredeyse tamamlanmıştı, ancak Leonardo da Vinci henüz Yahuda için kullanacağı modeli bulamamıştı....

Leonardo'nun çalıştığı kilisenin kardinali, resmi bir an önce bitirmesi için ressamı sıkıştırmaya başladı. Günlerce aradıktan sonra Leonardo; vaktinden önce yaşlanmış genç bir adam buldu.
Paçavralar içindeki bu adam sarhoşluktan kendinden geçmiş bir durumda kaldırım kenarına yığılmıştı.

Leonardo; yardımcılarına adamı güçlükle de olsa kiliseye taşımalarını söyledi.
Çünkü artık taslak çizecek zamanı kalmamıştı.
Kiliseye varınca yardımcılar adamı ayağa diktiler.

Zavallı, başına gelenleri anlamamıştı.
Leonardo adamın yüzünde görülen inançsızlığı, günahı, bencilliği resme geçiriyordu.. .
Leonardo işini bitirdiğinde, o zamana kadar sarhoşluğun etkisinden kurtulmuş olan berduş; gözlerini açtı ve bu harika duvar resmini gördü.
Şaşkınlık ve hüzün dolu bir sesle şöyle dedi:

'Ben bu resmi daha önce gördüm...'
'Ne zaman?'
diye sordu Leonardo da Vinci, o da şaşırmıştı..

'Üç yıl önce' dedi adam..
'Elimde avucumda olanı kaybetmeden önce... O sıralarda bir koroda şarkı söylüyordum.
Pek çok hayalim vardı. Bir ressam beni İsa'nın yüzü için modellik yapmak üzere davet etmişti...'

İyi ve Kötü'nün yüzü aynıdır...
Her şey insanın yoluna ne zaman çıktıklarına bağlıdır...

Paulo Coelho

Teşekkürler sevgili öğrencim Dr.Emine KAFES

12 Aralık 2010 Pazar

*KAR YAĞIYOR



Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor karanlıklara.
Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar...
Ve şehir kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.

Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

Nazım HİKMET

11 Aralık 2010 Cumartesi

*HAYDAR HAYDAR



Ben melamet hırkasını kendim giydim eynime
Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne
Haydar Haydar taşa çaldım kime ne

Sofular haram demişler aşkımın şarabına
Ben doldurur ben içerim günah benim kime ne
Haydar Haydar günah benim kime ne

Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi
Gah inerim yeryüzüne seyreder alem beni
Haydar Haydar seyreder alem beni

Nesimi ye sorsalar ki yarin ilen hoş musun
Hoş oluyum olmuyayım o yar benim kime ne
Haydar Haydar o yar benim kime ne

NESİMİ

* SENİ BEKLERKEN


...Yağmurlu bir akşamdı yürüdüm
Bekleyişim de hüzün vardı gurbet ellerde

...O an oldu boğazım düğümlendi
Yine sensiz ıslandım gurbet ellerde

...Söyleyecek sözlerim çoktu
Zaman geçmek bilmedi gurbet ellerde

...Benim için çok zor akşamdı
Gün doğmak bilmedi gurbet ellerde

...Sen gelmedin içime dert oldu
Tükendi yüreğim gurbet ellerde

...Hayatımın bir anlamı kalmadı
Yalnız kaldım yabancı gurbet ellerde

......Ey Saçlarıma düşen,
......Kirpiklerimi ıslatan,

Dudağımdan süzülen yağmur damlaları

 Gerçekten Unutuldum mu Ben ?

S.AKDEMİR 11.12.2010

10 Aralık 2010 Cuma

*TEK HECE



Var mı beni içinizde tanıyan?
Yaşanmadan çözülmeyen sır benim.
Kalmasa da şöhretimi duymayan,
Kimliğimi tarif etmek zor benim...

Bülbül benim lisanımla ötüştü.
Bir gül için can evinden tutuştu.
Yüreğime Toroslar'dan çığ düştü.
Yangınımı söndürmedi kar benim...

Niceler sultandı, kraldı, şahtı.
Benimle değişti talihi bahtı,
Yerle bir eylerim tac ile tahtı,
Akıl almaz hünerlerim var benim...

Kamil iken cahil ettim alimi,
Vahşi iken yahşi ettim zalimi,
Yavuz iken zebun ettim Selim'i,
Her oyunu bozan gizli zor benim...

Yeryüzünde ben ürettim veremi.
Lokman Hekim bulamadı çaremi.
Aslı icin kül eyledim Kerem'i.
İbrahim'in atıldığı kor benim...

Sebep bazı Leyla, bazı Şirin'di.
Hatrım için yüce dağlar delindi.
Bilek gücüm Ferhat ile bilindi.
Kuvvet benim, kudret benim, fer benim...

İlahimle Mevlana'yı döndürdüm.
Yunus'umla öfkeleri dindirdim.
Günahımla çok ocaklar söndürdüm.
Mevla'danım, hayır benim, şer benim...

Kimsesizim hısmım da yok, hasmım da
Görünmezim cismim de yok, resmim de
Dil üzmezim, tek hece var ismimde
Barınağım gönül denen yer benim

Benim için yaratıldı Muhammed
Benim için yağdırıldı o rahmet
Evliyanın sözündeki muhabbet
Enbiyanın yüzündeki nur benim

kimsesizim hısmımda yok hasmımda,
görünmezim cismimde yok resmimde,
dil üzmezim tek hece var ismimde,
barınağım gönül denen yer benim.

Cemal SAFİ


*HOŞ GELDİN KADINIM


Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin, yorulmuşsundur;
Nasıl etsem de yıkasam ayacıklarını,
Ne gül suyum, ne gümüş leğenim var, susamışsındır;
Buzlu şerbetim yok ki ikram edeyim, acıkmışsındır;
Beyaz ketenli örtülü sofralar kuramam,
Memleket gibi yoksuldur odam.


Hoş geldin kadınım benim, hoş geldin,
Ayağını basdın odama,
Kırk yıllık beton, çayır çimen şimdi,
Güldün, güller açıldı penceremin demirlerinde,
Ağladın, avuçlarıma döküldü inciler,
Gönlüm gibi zengin,
Hürriyet gibi aydınlık oldu odam.

Hoş geldin, kadınım benim, hoş geldin...

Nazım Hikmet RAN

*GÖNÜL ÇALAMAZSAN AŞKIN SAZINI


Gönül çalamazsan aşkın sazını
Ne perdeye dokun ne teli incit
Eğer çekemezsen gülün nazını
Ne dikene dokun ne gülü incit

Bülbülü dinle ki gelesin coşa
Karganın namesi gider mi hoşa
Meyvesiz ağacı sallama boşa
Ne yaprağını dök ne dalı incit

Bekle dost kapısın sadık dost isen
Gönüller tamir et ehli dil isen
Sevda sahrasında Mecnun değilsen
Ne Leyla'yı çağır ne çölü incit

Rızaya razı ol hakka kailsen
Ara bul mürşidi müşkülde isen
Hakikat şehrine yolcu değilsen
Ne yolcuyu eğle ne yolu incit

Gel haktan ayrılma hakkı seversen
Nefsini ıslah et er oğlu ersen
Hüdai incinir inciden versen
Ne kimseden incin ne eli incit

Aşık HÜDAİ

8 Aralık 2010 Çarşamba

*MEVLÂNA'DAN...


Ressamım, heykeltıraşım, her an bir put yaparım
Sonra bütün putları senin önünde yakarım

Yüzlerce resim çizerim, ona ruh katarım
Senin resmini görünce, onu ateşe atarım

Sen şarap satan saki misin, yoksa düşmanı mısın aklın?
Yoksa yaptığım her evi viran edip yıkar mısın?

Can seninle şekillendi, can karıştı sana
Canda senin kokun var, hele canı bir okşayayım

Döktüğüm her damla kan senin toprağına der ki:
Ben senin sevginle renkteşim, senin aşkına ortağım

Bu balçık evinde, sensiz haraptır bu gönül
Ya eve gir a sevgili, ya ben evi boşaltayım

Mevlâna Celaleddin RUMİ