29 Haziran 2009 Pazartesi

*DOSTLARIMIZ....FIRTINALARIMIZDAKİ DALGAKIRANLARIMIZ..



Deniz hırçındı, dalgalar ise; asi...
Ansızın yakaladılar küçük kayığı...
Sinsice yaklaştılar ve bir anda saldırdılar...

Acımasızdılar.
Ne istiyor olabilirlerdi ki küçük kayıktan?

Oysa; küçük kayık için ne güzel bir sabahtı...
Günün ışıklarla dansı henüz başlamışken, onun da
denizle dansı başlamıştı. Saatlerce, hiç durmadan dans ettiler.

Ama ne olduysa, bir anda hırçınlaştı deniz,
belki de rüzgârlı havanın, yağmurun etkisiyle...
Asi dalgalar hırpalamaya başladı...

Şimdi küçük kayığın aklında tek şey vardı.
O da bir an önce dalgakıranına sığınabilmek.
Bir ulaşabilseydi, ah bir başarsaydı, dalgakıranı korurdu onu.
Kimse bir şey yapamazdı küçük kayığa orda.
Ne deniz, ne dalgalar...
Bunları düşünürken biraz daha hızlandı ve ufukta kayboldu...

Siz, en son ne zaman
bir dalgakırana sığınmak istediniz?

Siz, en son ne zaman
bir dalgakırana ulaşmak umuduyla çırpındınız hırçın denizde?

Siz en son ne zaman
bir dost elinin size uzanmasını istediniz ya da
elinizi uzattınız bir dostunuza?

Dostlarımız...
Fırtınalarımızdaki dalgakıranlarımız...

Hırçın denizden, asi dalgalardan kaçarken gözümüz
hep uzaktaki bir dalgakıranı aramaz mı?
Koşulsuzca, sorgusuzca, sınırsızca sığınabileceğimiz,
bizi koruyacak biri mutlaka vardır, dalgakıran misali...

Ulaşabilmişsek oraya, bir de atabilmişsek halatlarımızı limana,
korkmayız artık fırtınalardan...

Dışarıdaki korkunç fırtınanın gölgesi bile giremez içeri...

Herkesin bir dalgakıranı olmalı fırtınalı günlerde sığınabileceği ve
herkes bir dalgakıran olmalı koşulsuzca, sorgusuzca, sınırsızca...

Dostlukların ve sevginin bile yozlaştırılmaya çalışıldığı günümüzde,
ne mutlu bir dalgakıranı olanlara,
ne mutlu bir dalgakıran olmayı başarabilenlere...

27 Haziran 2009 Cumartesi

*ÖZLEDİM SENİ


özledim seni...
ayrılık yüreğimi uyuşturuyor karıncalandırıyor nicedir.
beynimi uyuşturuyor özlemin...
çok sık birlikte olmasak bile
benimle olduğunu bilmenin
bunca zamandır içimi ısıttığını
yeni yeni anlıyorum
Yokluğun,
Hatırladıkça yüreğime saplanan bir sizi olmaktan çıkıp
mütemadiyen bir boşluğa
Sabahları seni okşayarak başlamaları
aksamları her isi bir kenara koyup
seninle baş başa konuşmaları özlüyorum;
oynaşmalarımızı,
yürüyüşlerimizi,
sevimli haşarılığını,
çocuksu küskünlüğünü...
Nasılda serttin başkalarına karşı
beni savunurken;
ve ne kadar yumuşak
bir çift kısık gözle kendini
ellerimin okşayışına bırakırken
Gitmeni asla istemediğim halde
buna mecbur olduğunu görmek
ve sana bunları söylemeden
'git artık' demek
'beni ne kadar çabuk unutursan, o kadar çabuk
kavuşacaksın mutluluğa'
demek sana nede zor
seni görmemek ve belki yıllar sonra
karsılaştığımızda
bana bir yabancı gibi bakmanı istemek senden...
yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek....

Can YÜCEL

*GÜL YAPRAĞI





Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini
aramak için gelenleri kabul ediyordu.
Burada geçerli olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan
açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı
geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden
kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerideki budist,
kapıda duran yabancıya baktı.
Bir selamlaşmadan sonra söz'süz konuşmaları başladı.
Gelen yabancı,tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir
gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üstünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak
yabancıyı içeriye aldı.

Suyu taşırmayan bir gül yaprağına her zaman yer vardı.

*RÛBAİLER-1


İnsan
ya hayrandır sana, ya düşman.
Ya hiç yokmuşsun gibi unutulursun
ya bir dakka bile çıkmazsın akıldan...

Nazım Hikmet RAN

26 Haziran 2009 Cuma

*YANLIŞ ZAMAN YANLIŞ İNSAN...



Zamanın birinde kız varmış,sürekli ağlayan. Gözünden gözyaşı hiç eksik olmazmış.
Ne derdi ne sıkıntısı varmış ama ağlarmış işte. Kimse nedendir bilmezmiş.

Bir gün kapı çalmış. Ama kapıda kimsecikler yokmuş. Kapının önünde yalnızca bir kavanoz. Etrafa bakınmış kimseyi görememiş. Almış içeri kavanozu.

Gözleri yaşlı açmış kapağını. İçinde turuncu bir balık görmüş.
Tam o sırada gözlerinden bir damla gözyaşı damlamış kavanoza. Balık birden kıpırdanmaya başlamış. Daracık kavanozun içinde oradan oraya dönmüş durmuş. Kız anlam vermemiş neler olduğuna. Daha çok ağlamaya başlamış. Üzülmüş balığın haline. Ağladıkça damlalar kavanoza dökülmüş. Balığın rengi morarmaya başlamış. Sonra anlamış gözyaşlarının küçük balığı zehirlediğini. Hemen gidip suyu değiştirmiş. Balık tekrar canlanmış eski haline geri dönmüş.

Aradan günler geçmiş. Kız balığına şarkılar söylemiş durmadan. Dertleşmiş derdini anlatmış. Balık dinlemiş. Ama ağlamamış hiç. Balığım ölmesin diye.
İçine akıtmış gözyaşlarını. O kadar çok sevmiş ki küçük balığı hiç ağlayamamış, hiç belli edememiş.Ama günler geçtikçe kız hastalanmaya başlamış. Rengi solmuş. Halsiz kalmış. Kimse ne olduğunu anlayamamış. Ama kimse bilememiş, içine akıttığı gözyaşlarının kendisini zehirlediğini.

Asıl ağlarken daha mutlu olduğunu, zehrini böyle dışarı akıttığını kimse öğrenememiş. Ondan geriye kalan yalnızca turuncu bir balık kalmış....

Daha mı değerliydi uğruna gözyaşlarımızı sakladığımız, kendimizi zehirlemek daha mı kolay, saklanmak, kaçmak çözüm mü?
Daha mı değerli turuncu balıklar?
Daha mı değerli kendi hayatımızdan? Durma ağla.
Durma akıt gözyaşlarını. Dök içindekileri, bırak gitsin gidenler. Bırak ölsün balıklar, bırak kırılsın kavanoz.
Elbet bir balık var gözyaşlarında canlanacak, elbet bir kavanoz var gözyaşlarından kırılmayacak.
Elbet bir balık var seni ağlatmayacak, gözyaşlarını dindirecek, senin sesinle konuşacak.
Gözyaşlarında bir sorun yok. Kapında bile olsa, tek mesele yanlış balık, yanlış kavanoz.

Ya da yanlış zaman yanlış insan...
Üveyik

*AVUÇ İÇLERİNİN KOKUSU


O kadar da önemli değildir bırakıp gitmeler,
arkalarında doldurulması mümkün olmayan boşluklar
bırakılmasaydı eğer.

Dayanılması o kadar da zor değildir,
büyük ayrılıklar bile, en güzel yerde başlatılsaydı eğer.

Utanılacak bir şey değildir ağlamak,
yürekten süzülüp geliyorsa gözyaşı eğer.

Yüz kızartıcı bir suç değildir hırsızlık,
çalınan birinin kalbiyse eğer.

Korkulacak bir yanı yoktur aşkların,
insan bütün derilerden soyunabilseydi eğer.

O kadar da yürek burkmazdı alışılmış bir ses,
hiçbir zaman duyulmasaydı eğer.

Daha çabuk unutulurdu belki su sızdırmayan sarılmalar,
kara sevdayla sarıp sarmalanmasalardı eğer.

Belirsizliğe yelken açardı iri ela gözler zamanla,
öylesine delice bakmasalardı eğer.

Çabuk unutulurdu ıslak bir öpücüğün yakıcı tadı
belki de,
kalp, göğüs kafesine o kadar yüklenmeseydi eğer.

Yerini başka şeyler alabilirdi uzun gece
sohbetlerinin,
son sigara yudum yudum paylaşılmasaydı eğer.

Düşlere bile kar yağmazdı hiçbir zaman,
meydan savaşlarında korkular, aşkı ağır
yaralamasaydı eğer.

Su gibi akıp geçerdi hiç geçmeyecekmiş gibi duran zaman,
beklemeye değecek olan gelecekse sonunda eğer.

Rengi bile solardı düşlerdeki saçların zamanla,
tanımsız kokuları yastıklara yapışıp kalmasaydı eğer.

O büyük, o görkemli son, ölüm bile anlamını yitirirdi,
yaşanılası her şey yaşanmış olsaydı eğer.

O kadar da çekilmez olmazdı yalnızlıklar,
son umut ışığı da sönmemiş olsaydı eğer.

Bu kadar da ısıtmazdı belki de bahar güneşleri,
her kaybedişin ardından hayat yeniden başlamasaydı eğer.

Kahvaltıdan da önce sigaraya sarılmak şart olmazdı belki de,
dev bir özlem dalgası meydan okumasaydı eğer.

Anılarda kalırdı belki de zamanla ince bel,
namussuz çay bile ince belli bardaktan verilmeseydi eğer.

Uykusuzluklar yıkıp geçmezdi, kısacık kestirmelerin ardından,
dokunulası ipekten bir o kadar uzakta olmasaydı eğer.

Issız bir yuva bile cennete dönüşebilirdi belki de,
sıcak bir gülüşle ısıtılsaydı eğer.

Yoksul düşmezdi yıllanmış şarap tadındaki şiirler böylesine,
kulağına okunacak biri olsaydı eğer.

İnanmak mümkün olmazdı her aşkın bağrında bir
ayrılık gizlendiğine
belki de, kartvizitinde "onca ayrılığın birinci
dereceden failidir"
denmeseydi eğer.

Gerçekten boynunu bükmezdi papatyalar,
ihanetinden onlar da payını almasaydı eğer.

Issızlığa teslim olmazdı sahiller,
kendi belirsiz sahillerinde amaçsız gezintilerle
avunmaya kalkmamış olsaydın eğer.

Sen gittikten sonra yalnız kalacağım.
Yalnız kalmaktan korkmuyorum da, ya canım ellerini
tutmak isterse...

Evet Sevgili,
Kim özlerdi avuç içlerinin ter kokusunu, kim
uzanmak isterdi ince parmaklarına,
mazilerinde görkemli bir yaşanmışlığa tanıklık
etmiş olmasalardı eğer!!

Can Yücel

24 Haziran 2009 Çarşamba

*İKİ GEZGİN MELEK





İki Gezgin Melek, geceyi geçirmek için oldukça varlıklı bir ailenin evinin kapısını çalmışlar. Aile, pek kaba bir üslupla,meleklere yatacak yer olarak koca malikanenin konuk odalarından birini vermek yerine,soğuk bodrumundaki küçük bir köşeyi göstermiş. Melekler buz gibi odanın soğuk ve sert zemininde kendilerine yatacak bir yer hazırlamaya çalışırken, Yaşlı Melek duvarda bir delik görmüş ve kalkıp deliği onarmaya girişmiş. Genç Melek, Yaşlı Meleğe bu hareketinin nedenini sorunca, Yaşlı Melek hafifçe gülümsemiş:
Herşey, her zaman, göründüğü gibi değildir...
Sabah malikaneden ayrılan melekler, gece bastırınca bir kez daha kalacak yer bulmak umuduyla, bu defa çok fakir bir çiftçi ailesinin kapısını çalmışlar.
Son derece misafirperver olan fakir karı koca, sofralarında
ne var ne yoksa meleklerle paylaştıktan sonra, onlara rahatça uyumaları
için kendi yataklarını vererek yanlarından ayrılmışlar.
Sabah güneş doğduğunda, melekler zavallı karı kocayı gözyaşları içinde bulmuşlar: Yegane geçim kaynakları olan tek inek de tarlalarının ortasında cansız
yatmaktaymış.
Genç Melek bu sefer iyice öfkelenerek Yaşlı Meleğe isyan etmiş:
Bunun olmasına nasıl izin verebildin ?! O varlıklı kaba adamın herşeyi vardı ama sen kalktın ona yine de yardım ettin. Bu iyi yürekli fakir ailenin ise o tek inekten başka hiçbir şeyleri yoktu; buna rağmen onu bile paylaşmaya gönüllü oldular.
Ama sen o ineği de yitirmelerine izin verdin!?
Bunun üzerine Yaşlı Melek, Genç Meleğe dönerek şu cevabı vermiş:
Herşey, her zaman, göründüğü gibi değildir. O zengin malikanenin
bodrumunda kaldığımız gece, duvardaki deliğin dibinde külçe külçe
altın saklı olduğunu farkettim. Malikanenin sahibi bu kadar açgözlü olduğu
için ve kendisine verilmiş şans sayesinde edindiği zenginliğin bir parçasını bile paylaşmaya yanaşmadığı için, ben de o deliği öyle bir kapatıp mühürledim ki artık arayıp bulsa da açamaz.
Ve devam etmiş:
Sonra, dün gece biz çiftçi ailesinin yatağında uyurken, Ölüm Meleğinin o çiftçinin karısını almaya geldiğini gördüm. Ben de onun yerine Ölüm Meleğine ineği verdim.Yaşlı Melek,
gülümseyerek bir kez daha eklemiş:
Herşey, her zaman, göründüğü gibi değildir.
Bazen, işler istediğimiz gibi sonuçlanmadığında, aslında bizim de başımıza
gelen tam da budur işte. Eğer inanıyorsanız,
yapmanız gereken şey sadece, her sonucun her zaman sizin lehinize olduğuna güvenmektir. Bunun böyle olduğunu, ancak belirli bir zaman sonra öğrenebilecek olsanız bile ...

Bazı insanlar, Hayatımıza girerler Ve çabucak çıkarlar..
Bazıları ise, Dostumuz olur Ve bir süre orada kalırlar..
Yüreklerimizde O güzel ayak izlerini bırakarak..
Ve bu, İyi bir dost kazandığımız için, Bir daha asla
Eskisi gibi olmayacağız demektir!
Dün, tarih oldu.
Yarın, bir gizemdir.
Bugün ise bir armağan.

23 Haziran 2009 Salı

22 Haziran 2009 Pazartesi

*ÇİÇEK BAHÇESİ

http://www.procreo.jp/labo/flower_garden.swf

Size çiçek bahçesi sunuyorum.Yukardaki linke tıklayınız, açılan sitede mausu basılı tutup sürükleyiniz....

*2 FİNCAN KAHVE


Ne zaman hayatında bazı şeyler taşınamaz hale gelirse, ne zaman 24 saat kısa gelmeye başlarsa, o zaman mayonez kavanozu ve 2 Fincan Kahveyi hatırlayınız!

Bir gün bir Felsefe profesörü, elinde birkaç kutu olduğu halde derse gelir. Ders başladığında, hiçbir şey söylemeden, önüne büyükçe bir mayonez kavanozunu alır ve ağzına kadar tenis topları ile doldurur ve öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar;
Öğrenciler ittifakla kavanozun dolduğunu ifade ederler, Bu sefer profesör önündeki kutulardan bir tanesinden aldığı çakıl taşlarını, çalkalayarak kavanoza döker, böylece çakıl taşları kayarak, tenis toplarının aralarındaki boşlukları doldurur ve öğrencilere tekrar kavanozun dolup dolmadığını sorar, onlar da 'evet' doldu derler, profesör bu defa masanın üzerindeki diğer kutuyu eline alır ve içindeki kumu yavaşça kavanoza döker.
Tabii Ki kumlar da çakıl taşlarının aralarındaki boşlukları doldurur.
Ve tekrar öğrencilere kavanozun dolup dolmadığını sorar, öğrenciler de koro halinde 'evet' derler.

Bu sefer profesör masanın altında hazır bekleyen 2 fincan kahveyi alır ve kavanoza boşaltır, Kahve de kumların arasında kalan boşlukları doldurur. Öğrenciler gülerler!
Profesör öğrencilerin gülüşünü destekler bir şekilde 'eveet' diyerek;
Ben 'Bu kavanozun sizin hayatınızı simgelediğini ifade etmeye çalıştım ' Der.
Şöyle ki; Bu tenis topları, hayatınızdaki önemli şeylerdir; aileniz, çocuklarınız, sıhhatiniz, arkadaşlarınız ve sizin için önemli olan şeylerdir.
Diğer şeyleri kaybetseniz de, bu önemli şeyler kalır ve hayatınızı doldurur.
O çakıl taşları ise, daha az önemli olan diğer şeylerdir; işiniz, eviniz, arabanız vs.
Kum ise diğer ufak tefek şeylerdir.
'Şayet Kavanoza önce kum doldurursanız...' diye, anlatmaya devam eder, 'çakıl taşlarına Ve özellikle de tenis toplarına (yeterli) yer kalmaz.

Aynı şey hayatımız için de geçerlidir. Vaktinizi ve enerjinizi ufak tefek şeylere harcar, israf ederseniz, önemli şeyler için vakit kalmayacaktır. .

Dikkatinizi mutluluğunuz için önem arz eden şeylere çevirin. Çocuklarınızla oynayın. Sağlığınıza dikkat edin. Eşinizle yemeğe çıkın. Evinizin ihtiyaçlarını karşılayın. Öncelikle tenis toplarını kavanoza yerleştirin. Öncelikleri sıralamayı iyi bilin . Gerisi hep kumdur.

Bu arada bir öğrenci sorar; 'Peki, O iki fincan kahve nedir?'
Profesör gülerek:
" Bu soruyu bekliyordum; Hayatınız ne kadar dolu olursa olsun, her zaman dostlarınız ve sevdiklerinizle bir fincan kahve içecek kadar yer vardır!!!"

Teşekkürler Dr.Emine Kafes-Toros Dv.Hast.Katem Bşk-MERSİN

21 Haziran 2009 Pazar

*NE KADAR ÇOK ÖZLEDİM SENİ BABA, BİR BİLSEN...


Ne kadar çok özledim seni baba, bir bilsen...
Öyle çok özledim ki, senin yardımına o kadar çok ihtiyaç duydum ki, oturup seninle dertleşmeyi sohbet etmeyi güzel olanı paylaşmayı o kadar çok özledim ki baba. Ne güzeldi o eski günler. Sen yanımda iken ne kadar güçlüymüşüm baba, sen gittikten sonra kolum kanadım kırıldı, kala kaldım yalnız tek başıma. Hiç bir zaman kabullenemedim yokluğunu. Alışamadım sensiz bir hayata bazı anlar oldu seninle konuşuyor gibi oturup konuştum kendi kendime. Sen karşımdaymışsın gibi konuştum dertleştim sensiz tek başıma.
Sana ilk defa “seni seviyorum” dediğim anı düşünüyorum da baba. Ne kadar mutlu olmuştum seni sevdiğimi söylemekle. Geç kalmadığım için ne kadar çok sevinmiştim. Zor günlerimde sana öyle çok ihtiyacım oldu ki, o kadar çok istedimdi yanımda olmanı. Zor günlerimi her zaman sen yanımdaymışsın gibi tek başıma yendim. Sana olan hasretliğimi tek başıma yaşadım. Fotoğraflarına bakarak, sana ait olan bir kat kıyafetini koklayarak sana olan özlemimi dindirmeye çalıştım baba. Kimse görmeden gizlice yaşadım bütün bunları. Herkese çok güçlü göründüm, kimse bilsin istemedim içimdeki acıyı. Başaramadım baba tek başıma başaramadım. Bir sana olan özlemimi hasretimi, birde anne olmak isteyip de olamadığım zamanı tek başıma başaramadım. Öyle bir çıkmazın içindeydim ki artik ne yapacağımı nasıl davranacağımı düşünemiyordum mantığım durmuştu sanki. Hayır demesini nasıl öğrendiysem baba bu acıları da taşıyabilmesini öğrendim.
Senin kızın olduğum için çok gururluyum mutluyum. Senin bana söylediğin sözler geliyor aklıma baba. Hiç unutamadığım kulağımda küpe olan sözler ne olursan ol kızım kim olursan ol önce insan gibi insan ol. Hiçbir şeye hırs yapma doğru söyle canimi iste canimi veririm yeter ki dürüst ol, yalan konuşma, insanları aşağılama, geldiğin yeri unutma derdin ya baba iste bunları hiç unutmadım unutmamda. İyi ki benim babam oldun. Bir daha dünyaya gelecek olsam yine senin kızın olmak isterim. Seni her zaman kendime örnek aldım her zaman senin gibi olmak istedim. Ne kadar başarılı oldum bilemiyorum. Sen bana doğruyu güzeli öğrettin baba. Seni o kadar çok sevdim ki baba kalbimi yerinden sokup verebilecek kadar çok sevdim.
Biliyor musun baba oğlum da bana çok benziyor o da babasını çok seviyor. Oğlumun doğduğu günü hatırlıyorum da ne kadar çok ağlamıştım. Sevinç ve hasret gözyaşlarım birbirine karışmıştı. Hastaneye akın etmişti sevdiklerim, akrabalarım, arkadaşlarım, dostlarım herkes gelmişti. Biliyor musun baba dedem dahi tekerlekli sandalyesinde beni ziyaret gelmişti. On sekiz senedir görmediği torununun çocuğunu görmeye gelmişti. Bir tek sen gelmemiştin baba, o kadar çok istemiştim ki o kapıdan bir kez de senin içeri girmeni. Ne kadar çok istedim baba benim yanımda olmanı oğlumu görmeni, torumun diye sahip çıkmanı, güzel olan her şeyi seninle paylaşmayı o kadar çok istedim ki baba. Olmadı iste, bütün bu isteklerim hayallerim olmadı.
Seni çok ama çok sevdim baba, öyle çok sevdim ki senin kızın olduğum için gururluyum. Seninle her şeyi doyasıya yaşadım çocukluğumu, gençliğimi hiç bir şeyi gözümde bırakmadın. Elinden geldiğince yapmaya çalıştın yaptın da baba. Senin çocukken yaşamadığını çocuklarına yaşattın. Gençliğinde görmediğini çocuklarına gösterdin. Daha ne isteyebilirdik ki senden baba? Senin beni yetiştirdiğin gibi ben de oğlumu yetiştirmek istiyorum baba. Duygularımı hislerimi kâğıda dökemiyorum içimde yaşıyorum.
Seni çok seviyorum canım babam.

Sümeyla ESKİTARK-HOLLANDA

*BABA, GÜNÜN KUTLU OLSUN "21 Haziran Babalar Günü!"



Sokaklarda iş arayan,
Baba günün kutlu olsun.
Bir oyuncak alamayan,
Baba günün kutlu olsun.

Gelip şehire takılmış,
Hasretten bağrı yakılmış,
Gecekondusu yıkılmış,
Baba günün kutlu olsun.

Cebinde yok çay parası,
Birinci'dir cıgarası,
Avratnan açık arası,
Baba günün kutlu olsun.

Hergün yayan düşer yola,
Borç takınmış sağa sola,
Eğer yaşıyorsan hala,
Baba günün kutlu olsun...

Cebbar KORKMAZ

20 Haziran 2009 Cumartesi

*TALİH HER ZAMAN GÜLMEZ



Seversiniz bazen...
Bir kuşu beslemek misali,
karşınızdaki insanı sevginizle beslersiniz.

Farklıdır sevmesi insanların...
Kimi kafese tıkar kuşunu öyle besler,
alır özgürlüğünü elinden, seviyorum sanır.
Öyle sandıkça sıkar karşısındakini, bunaltır.
Ufacık bir fırsat bulsa kaçmak,
kurtulmak ister artık kuş.

Aslında korkularından yapar insan bunu,
karşısındaki insana anlatamaz, anlatmasını bilmez.
Bir başka insana gitmesini istemez.

Her koca devin koca korkuları vardır, kimse bilmez.
Kimi de serbest bırakır kuşunu.
Salıverir gökyüzüne,
döner gelir elbet der, döner gelir seviyorsa.

Alır riski çekinse de birşeylerden.
Bilir ki; koysa kafese bir gün kesin kaçıp gidecek,
bir gün kesin terkedecek.
Serbest bırakır!
Döner gelir o da karnı acıktıkça,
yüreği sevgiye acıktıkça.

Ne kadar çekinse de bilir geri döneceğini adam.
Bilir başka yerlere, başka kişilere gitse de
bir gün, bir şekilde geri döneceğini...

Kuş ta bilir daha iyisinin olmadığını
ama bazen nankörlüğü tutar.
Unutur onun için yapılanları,
uğramaz olur bir zaman...

Başka kapılarda, başka pencerelerde aynını arar.
Ama bilmez başkalarda hiç aynılık bulunmaz.
Pişman olur, geri döner bir zaman sonra.

Öyle yenik, öyle mağlup döner ki hem de...
Artık kafese girmeye bile razı olmuştur.

Şanslıdır...
Eğer geri döndüğünde açık bir pencere
veya aynı evde, aynı kişileri bulabilirse...
Eğer terkettikleri taşınmamış,
Aynı yerde kalabilmişse...

W.Generous BLACKSTONE

*ADA



Bir zamanlar, bütün duyguların
üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve
tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu,
duygulara haber verilmiş.
Bunun üzerine hepsi,
adayı terketmek için
sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana
kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman,
Aşk, yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik,
çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk,
"Zenginlik, beni de yanına alır mısın?"
diye sormuş.
Zenginlik,
"Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın
ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki
Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!"
"Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın
ve yelkenlimi mahvedebilirsin."
diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış
ve Aşk, yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle geleyim..."
"Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki,
yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş
ama o kadar mutluymuş ki,
Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve
mutlu hissetmiş ki kendini
onu yanına alanın kim olduğunu
öğrenmeyi akıl edememiş.
Yeni bir kara parçasına vardıklarında,
Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu
farkeden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?"
"O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?"
diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar
büyük olduğunu anlayabilir..."

19 Haziran 2009 Cuma

*AH MAZİ



Titresin bir mum alevinde o eski günler
Bir gümüş çerçeveden seyret yine maziyi

Bir nezaket bir ince söz duyar da belki
O sararmış resmim hayat bulur yeniden
Ah nerede hani ah nerede hani
Bir şiir gibi narin ve sevdalıydı geçen o zaman
Ah yanarım yanar ah yüreğim sızlar
Bu bir vazgeçiş mi yoksa

Bir hasret ki her sabah gün ağarırken ben
Dilerim yeter ki gün eksilmesin penceremden ah

Bir nezaket bir ince söz duyar da belki
O sararmış resmim hayat bulur yeniden
Ah nerede hani ah nerede hani
Bir şiir gibi narin ve sevdalıydı geçen o zaman
Ah yanarım yanar ah yüreğim sızlar
Bu bir vazgeçiş mi yoksa

Kaldırımlara sümbüli bir yağmur inerdi
Ve tiz bir kadın sesiyle bir devir inlerdi

Aysel GÜREL

18 Haziran 2009 Perşembe

*ŞAH BEYİTLER-14


Doğup kumru-sıfat biz anadan tavk-ı muhabbetle
Esir-i kayd-ı derd ü mihnetiz azadımız yoktur.
Nefi


Biz kumru gibi anamızdan aşk halkasıyla doğmuşuz.
Bundan dolayı gam ve keder bağının esiriyiz.
Serbest kalma umudumuz da yoktur.
(Kumrunun boynunda halka halka renkler bulunur.)
Kumrunun ayaklarındaki kırmızı halkalara şair dikkati çekiyor. Rivayete göre Mecnun çölde sevdiğinden uzak aşk acısıyla tutuşurken bir yandan oradaki canlılarla dostluklar kurmuş, bu sayede acılarını hafifletmeye çalışmış. Kurtlar, kuşlar, yapraklar yarenlik etmiş ona. Mecnun'un gözyaşı bir an için bile durmamış ama. Akan gözyaşlarına kanlar karışmış hatta kan ağlar olmuş. Kendisine yarenlik eden kumru ve güvercinlerin ayaklarına o kanlı gözyaşları bulaşmış.
İŞTE GÜVERCİN VE KUMRULARIN AYAKLARINDAKİ KIRMIZI HALKALAR MECNUN'UN KANLI YAŞLARININ AYAKLARINA BULAŞMASINDANDIR.
Hzl. İbrahim Cemal TORUN
Özel Adana Gündoğdu Koleji
T.Dl.Edb.Öğretmeni

17 Haziran 2009 Çarşamba

*SÖZ SANATLARI




Bu gün size değerli dostum eğitimci,fotoğraf tutkunu, şair ve yazar Nuri SAĞALTICI hocamın yazdığı "Söz Sanatları" adlı kitabından bahsetmek istiyorum. Değerli hocam, ÖSS ye hazırlanan öğrencilerin söz sanatları konusunda niçin istenilen başarıya ulaşamadığını da çözmüş ve "Söz Sanatları"adlı kitabıyla da bu yaraya neşter vurmuştur.Bu çalışmada günümüz şairlerinin şiirlerinden örnekler veren Nuri SAĞALTICI hocamıza emeklerinden dolayı en güzel teşekkürü galiba bu kitabı alıp okuyarak edebiliriz...

* Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatı üzerinde geliştirilen bu yapıt, bu dönemin en seçkin şiirleri, fıkra, nükte ve özdeyişleriyle oluşturulmuştur.

*Yapıt, lise 9-10-11 ve 12. sınıf öğrencilerine, lise edebiyat öğretmenlerine, üniversitelerin edebiyat bölümü öğrencilerine, öğretim görevlilerine ve şiire özel ilgi duyan genç şairlere yardımcı zengin bir kaynak olarak tasarlanıp hazırlanmıştır.

*Yapıtta yaklaşık 1000 (bin) sanat örneği açıkla-malarıyla sunulmuştur.
*Öğrenci arkadaşların konuyu daha iyi kavramasına yardımcı olmak amacıyla kitapta altı değişik öğretim yöntemi uygulanmıştır.
*Kitap 264 sayfadan oluşmaktadır.
*Adana'da Karahan Kitabevi'nde satışa sunulmuştur.
*ilgiyle okunabilecek seçkin şiir, fıkra, nükte ve özdeyişeri bir arada görebileceğiniz bir yapıttır.
*İletişim için: nurisagaltici@hotmail.com adresinden
ya da 0543 712 63 73 numaralı telefondan bize ulaşabilirsiniz

*SÜRMELİ...



Bir güzel şûhâ dedim gözlerin sürmelidir
Dedi "vallahi seni Hint'e sürmelidir"
Dedim ey mehlikâ al bu gece bezm'e beni
Dedi "beyhude yorulma, bütün kapılar sürmelidir"

Teşekkürler Burhan BÖRÜ

*KONUĞUM OL



Bir akşam konuğum ol
oturup konuşalım biz bize
Anıların çubuğunu yakıp
uzatalım geceyi biraz
Geçmişe bir el sallayıp
yaşanan günleri konuşalım
ve günlerin üstüne çöken
dumanlı, isli havaları
Kendimize daha az zaman
ayırsak da olur geceden
Çünkü boğulabilir insan
yalnız kendini düşünmekten
Kapağı açılmayan kitaplar
unutulmuş aşklar gibidir
Kitaplardan söz edelim
ve onların gizli kalmış
sessiz tadlarından
Sabaha doğru perdeyi
aralayıp ufka bakalım
ve bir çocuk gibi
hayretle seyredelim
güneşin kızıllığını
Konuşulmadan kalan
daha çok şey vardı
diye düşünerek çıkalım
güneşle kucaklaşan balkona
— Üşütmesin sabah serinliği
Bir bardak demli çay
burukluğu gibi kalsın
gecenin ve sabahın tadı
yaşasın anılarımızda
Konuğum ol, oturup
konuşalım bir akşam
ve uzatalım geceyi
sözün çubuğunu yakarak

Ahmet TELLİ

*BİR KADINI AĞLATMAK



Bir kadını ağlatmak çok zor değildir aslında. Kadınlar her şeye ağlayabilir; bir filme, bir şarkıya, bir yazıya... En az erkekler kadar yani!
Ama bir kadını yürekten ağlatmak zordur. Eğer bir kadın yürekten ağlıyorsa, ağlatan onun yüreğine ulaşmış demektir. Ama o yüreğin değerini bilememiş olacak ki ağlatan, gözünü bile kırpmadan teker teker batırır iğnelerini yüreğe!
- İşte o zaman koca bir yumruk gelir oturur boğazına kadının. Yutkunamaz, nefes alamaz; çünkü o koca yumruk canını çok acıtır. Gözleri buğulanır kadının sonra. Ağlamayacağım, der içinden. Ama engel olamaz işte. Çünkü yüreğine ulaşmıştır birileri ve iğneler saplamaktadır.. Bu acıya ne kadar karşı koyabilir ki bir kadın. İnce ince süzülür yaşlar gözünden; önce birkaç damla, sonra bir yağmur seli...
Ve kadın ağlar; hem de çok! Sanmayın ki gidene ağlar kadın! Gidenin giderken koparttığı yerdir onu ağlatan, orada bıraktığı yaradır. O yaranın hiç kapanmayacağını, kapansa bile izinin kalacağını bilir kadın; o yüzden ağlar.
Ama bilir misiniz, ağlamak kadınları olgunlaştırır. Her damla, daha çok kadın yapar kadınları. Her damla bir derstir çünkü.Bazen kadınlar ağladığında çoğu insan, ağlama niye ağlıyorsun ki, değmez onun için derler. Bilmediklerindendir böyle demeleri. Çünkü yürekleri acıyan kadınlar ağlamazlarsa, ölürler. İçlerindeki zehirdir onları öldüren! Ağlayarak o zehirden kurtulur kadınlar, o irini temizlerler yaralarındaki! Çünkü bilirler, o irin temizlenmezse iltihaba dönüşür yaraları.Dönüşmemesi lazımdır oysa. O yüzden de bolca ağlarlar. Zaman geçer sonra. Kadınlar kendilerine sarılmayı öğrenirler. Umarım öğrenirler, yoksa ruhlar sapkın yollara çarpar kendini.
Sapan ruhların doğru yolu bulması da yeni acılar demektir. Bunu bilir kadınlar, o yüzden eninde sonunda öğrenirler kendilerine sarılmayı... Çok ağlayan kadınlar, bir çok şeyden vazgeçen kadınlardır aslında. Her damla olgunlaştırır kadınları evet ama olgunlaştıkça o safça inandıkları aşk gerçeği onların gözünde küçülür.
Küçüldükçe değerini yitirir ve işte o zaman kendilerine sarılıp, yeni bir kadın yaratırlar kendilerinden. Güçlü, yenilmez, mağrur ve aşka inanmayan... İnsanlar soruyorlar çoğu zaman neden bu kadar çok bekar kadın var diye; hepsi kariyer derdinde olan. Çünkü inançlarını yitirdi o kadınlar. Zamanında yüreklerine o kadar çok iğne saplandı ki, o kadar çok ağladılar ki! Artık kendilerinden başka bir doğru olmadığına inanıyorlar, o yüzden kendilerine sarılıyorlar. Çünkü biliyorlar ki sarıldıkları adamlar onları hak etmedi; hem de hiçbir zaman! Hep bir çıkarları oldu sarıldıkları adamların. E.. o zaman niye sarılsınlar ki! Niye sarılalım ki! Etrafınızda yürekten ağlayan bir kadın varsa bilin ki olgunlaşıyordur.
Bilin ki, gerçekleri kabul etmeye başlamıştır. Bilin ki, artık aşkın olmadığına inanmıştır. Bilin ki, sarılacak tek bir doğrusu kalmıştır.
O da kim, ne diye sormayın artık. Çok ağlayan kadınlar, eninde sonunda kendilerine sarılırlar çünkü!

Azizi NESİN


15 Haziran 2009 Pazartesi

*ŞAH BEYİTLER-13



Câm-ı lâ lünle şarâb-ı nâb hem-reng olmasa
Küleyüb düşmezdi sâgar üstîne âvâreler

Necâti

Dudağının kadehi ile saf şarap aynı renk olmasaydı
Âvâre(âşıklar) kadeh üstüne düşmezler di.
Haz.İbrahim Cemal TORUN

Paylaş

13 Haziran 2009 Cumartesi

*AYRILIK SEVDAYA DAİR



açılmış sarmaşık gülleri
kokularıyla baygın
en görkemli saatinde yıldız alacasının
gizli bir yılan gibi yuvalanmış
içimde keder
uzak bir telefonda ağlayan
yağmurlu genç kadın

rüzgâr
uzak karanlıklara sürmüş yıldızları
mor kıvılcımlar geçiyor
dağınık yalnızlığımdan
onu çok arıyorum onu çok arıyorum
heryerinde vücudumun
ağır yanık sızıları
bir yerlere yıldırım düşüyorum
ayrılığımızı hissettiğim an
demirler eriyor hırsımdan

ay ışığına batmış
karabiber ağaçları
gümüş tozu
gecenin ırmağında yüzüyor zambaklar
yaseminler unutulmuş
tedirgin gülümser
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili
hiç bir anı tek başına yaşayamazlar
her an ötekisiyle birlikte
herşey onunla ilgili

telâşlı karanlıkta yumuşak yarasalar
gittikçe genişleyen
yakılmış ot kokusu
yıldızlar inanılmayacak bir irilikte
yansımalar tutmuş bütün sâhili
çünkü ayrılmanın da vahşi bir tadı var
öyle vahşi bir tad ki dayanılır gibi değil
çünkü ayrılık da sevdâya dahil
çünkü ayrılanlar hâlâ sevgili

yalnızlık
hızla alçalan bulutlar
karanlık bir ağırlık
hava ağır toprak ağır yaprak ağır
su tozları yağıyor üstümüze
özgürlüğümüz yoksa yalnızlığımız mıdır
eflatuna çalar puslu lacivert
bir sis kuşattı ormanı
karanlık çöktü denize
yalnızlık
çakmak taşı gibi sert
elmas gibi keskin
ne yanına dönsen bir yerin kesilir
fenâ kan kaybedersin
kapını bir çalan olmadı mı hele
elini bir tutan
bilekleri bembeyaz kuğu boynu
parmakları uzun ve ince
sımsıcak bakışları suç ortağı
kaçamak gülüşleri gizlice
yalnızların en büyük sorunu
tek başına özgürlük ne işe yarayacak
bir türlü çözemedikleri bu
ölü bir gezegenin
soğuk tenhalığına
benzemesin diye
özgürlük mutlaka paylaşılacak
suç ortağı bir sevgiliyle

sanmıştık ki ikimiz
yeryüzünde ancak
birbirimiz için varız
ikimiz sanmıştık ki
tek kişilik bir yalnızlığa bile
rahatça sığarız
hiç yanılmamışız
her an düşüp düşüp
kristal bir bardak gibi
tuz parça kırılsak da
hâlâ içimizde o yanardağ ağzı
hâlâ kıpkızıl gülümseyen
-sanki ateşten bir tebessüm-
zehir zemberek aşkımız

Attila İLHAN

12 Haziran 2009 Cuma

*DÜŞÜNÜYORUM DA...


"Düşünüyorum da,
sanırım en büyük korkumuz olduğumuz gibi görünmek.
Yumuşacık kalbimizin fark edilmesi,
Naif yönlerimizin keşfedilmesi,
Cesaretsizliğimizin anlaşılması,
Korkularımızın paylaşılması
Sanki zarar göreceğimizin en büyük işareti.
Kabuklarımızın altında
Kendimizi saklamakta ne kadar da ustayız.
Ve ne kadar güçlü korunuyoruz, kalkanlarımızın ardında.
Hissedilmeden, el değmeden, sevgimizi göstermeden.
Istiridyeler, deniz minareleri, midyeler.
Kirpiler ve kaplumbağalar gibi.
Sahi koruyor mu bizi bu çatlamamış sert kabuk?
Kimse incitemiyor mu duygularımızı, inançlarımızı, benliğimizi?
Yoksa zarar mi veriyor bu ürkeklik, bu kabuk bize?
Hissettiklerimizi gölgeliyor, yansıtmıyor mu gerçek kimliğimizi?
Duygularimizi bastırıyor, el ele tutuşmamızı engelliyor mu?
Eğer bir yıldız gibi ışıl ışılsam ve bir yıldız kadar parlak;
Ne çıkar ateşböceği sansalar beni?
Belki en hoyrat yürek bile ateşböceğinin
O uçucu, masum, sevimli çocuksuluğuna
El kaldırmaya kıyamaz?
Güçlü kapıların arkasına kilitlemesem kendimi,
Korkaklığımı, sevgi isteğimi
En insani yönlerimi kayıtsızca sunabilsem
Bu sert kabuğun ağırlığından kurtulup
Bir kuş gibi uçacağım özgürce.
Anlaşılacağım ve bir ayna gibi yansıyacağım karşımdakine.
O da çözülecek belki.
Samimi ve güvenliksiz,
Silahsız biriyle göz göze gelince.
Oysa bir görebilsek bunu.
Kalmadı böyle insanlar demesek.
Güven duygusuna bu kadar muhtaç olmasak.
Kırılmaktan korkmasak.
İncinsek, yaralansak.
Ne olur bir darbe daha alsak.
Yeniden açsak kendimizi, atabilsek o kabuğu.
Denesek.
Risk alsak.
Yanılsak.
Fark etmez.
Tekrar, tekrar bıkmadan denesek.
Ve kucaklaşsak yeniden.
Tıpkı eskisi gibi.
Ne olduğunu anlayamadığımız o onbeş yıldan öncesi gibi.
O zaman fark edeceğiz.
Ne kadar özlediğimizi birbirimizi.
Neler biriktirdiğimizi,
Kaybolan değerlerimizi ne kadar özlediğimizi.
Beraber geldik beraber gidiyoruz oysa.
Vakit az, paylaşmak, sarılmak için.
Yaşadığımız cografya zor, şartları ağır.
Yüreği daha fazla küstürmemek lazım.
Sırtımızda ağır küfeler, her gün katlanan.
Ve koşullar bir türlü düzelmeyen.
Sevgiye çok ihtiyacımız var.
Ufukta kara bir kış görünüyor.
Ancak birbirimize sokulursak atlatırız o günleri.
Kırın o sert, o ağır kabuklarınızı.
Kurtulun bu yükten.
Korumuyor o kabuklar, aksine zarar veriyor bize.
Yalnızlığa mahkum ediyor bizleri.
Hem hepimiz bir yıldızız.
Ne çıkar ateşböceği sansalar bizi. "
Tagore

*DEDİM YA...



Çalıyor tehlike çanları... Alarm durumunda duyular... Boşluğa düştüm yine sonunda... Korkuyorum... Hataların en büyüğü hep buradayken yapılanlar oluyor. Ve ben artık hata yapmak istemiyorum. Sarı kart görmeden maçı bitirmeliyim bu sefer; takımım için...

Kabuklar değişiyor; maskelerin yerini yenileri alıyor; ne bir arada, ne de ayrı olmuyor onlarla.

Küçük küçük, günü değerlendiren hedeflerim oluyor. Bazen, gün bitmeden ulaşıyorsun onlara; bazen de hedefine varamadan, gün bitmiş oluyor. Hemen ardından, beyninde yeni post-it ler; yeni hedefler beliriyor ve bir kısırcağız içinde çark dönüyor...

Amaç ise belli belirsiz; varla yok arası; karmaşık, yollar çakıllı; kararsız...

Ama, O hep akıyor... Bazıları, lüks bir yelkenlide yelken açıyor; bazıları kürek çekiyor var gücüyle, bazıları ise küçük bir salın üzerinde akıntıyla yolunu bulmaya çalışıyor...
Tanıştırayım; O, hayatın ta kendisi işte; yelkenler, sandallar, sallar mı? Hepsi ödünç bize...
İstemezsen çek kıyıya; ya bir ağaç ol gölgenden faydalansınlar ya da bir çiçek ol koklasınlar.

Ben mi? Sürekli kürek çekenlerdenim ben. Bazen yelkenlide sıramı beklesem de yelkenimi açıp tekrar küreğe asılıyorum. Kimi zamanda; o sala atlayıp seyre dalıyorum hayatımı...
Dedim ya boşluktayım...
Dedim ya korkuyorum...

Aslı KANAY-İST.

*HERO İLE LEANDROS

Resim: Mine ERDİNİ

Çok eski zamanlarda, bugün bizim Çanakkale boğazı dediğimiz "Hellaspontos"un Avrupa kıyısında, Sestos adını taşıyan bir şehir bulunuyordu. Bu şehir surları arasında Aphrodite için yapılmış büyük bir tapınak vardı. Bu tapınakta Hero adında çok güzel bir rahibe vardı, bu rahibe güzelliği ile dillere destan olmuştu. Aphrodite mabedindeki kumrularla ilgilenen Hero'yu gören onu Aphrodite'ın kendisi zannederlerdi. Bu genç rahibe güzel olduğu kadar alçak gönüllüydü de. Bu yüzden Aphrodite bu kızı kıskanmak bir yana onu çok severdi.

Her sene ilk baharın gelişi ile birlikte Sestos'ta şenlikler düzenlenir çevre şehirlerden insanlar akın akın buraya gelir Aphrodite'in mabedini ziyaret ederlerdi. İşte böyle bir bayram günü Leandros adında yakışıklı bir genç Aphrodite'in mabedindeki bir ayine katılmıştı. Abydos'lu olan Leandros getirdiği hediyeleri sunmak üzere mihraba yaklaştığında. Güzel rahibe Hero'yu görünce aklı başından gitti adeta, daha ilk bakışta ona aşık olmuştu. Ayin boyunca gözlerini güzel rahibeden ayıramamıştı. Sankikarşısındaki Aphrodite'in ta kendisiydi.

Leandros gün batıncaya kadar mabedinin bir köşesinde bekledi. Ziyaretçiler birbir mabedi terk edince yavaşça mabed de tek başına kalan Hero'ya yaklaştı. Rahibe genç delikanlıyı görünce ürkerek geri kaçtı. Ama Leandros onu durdurdu. Ve oracıkta mihrabın önünde Hero'ya duyduğu aşkı dile getirdi.

O günden sonra Leandros Hero'nun tüm itirazlarına rağmen her gün mabede gelip genç rahibeye duyduğu aşkı anlattı. Hero defalaca ona bir rahibe olduğunu ve böyle bir aşka karşılık veremiyeceğini söylediysede Leandros pes etmedi. Duyduğu sevgi öylesine büyüktü ki bir gün mutlaka hak ettiği karşılığı alacağına inanıyordu. Ve tüm çabaları ısrarları sonunda arzusuna kavuştu. Hero da onu seviyordu ancak aralarında büyük bir engel vardı. Hero deniz sahilinde ıssız bir kalede yaşlı bir kölenin kontrolü altında yaşıyordu, üstelikle Leandros'un yaşadığı şehirle aralarında denizde vardı. Ama Leandros aşkı uğruna herşeyi yapmaya hazırdı..buna gece karanlığında yüzerek denizi geçmekte dahildi.

O akşam yaşadığı şehre geri dödüğünde sahile inerek denizi seyretti, gözleri ile karşı kıyıdaki kaleyi arıyordu. Bu sırada rüzgar şiddetini artırmış, bulutlar ayı ve yıldızları kapatarak ortalığı karanlığa boğmuştu.Issız kalede köle ile birlikte oturan Hero endişe ile dışarıyı izliyordu. Bir ara yaşlı kadına dönüp;

"Bu korkunç gecede kim bilir kaç balıkçı yolunu bulup evine dönemeyerek kendisini bekleyen karısının çocuklarının boynunu bükük bırakacak" dedi"Bence karanlıkta yolunu kaybeden denizcilere yol göstermek, onları felaketten kurtarmak için kalenin üstüne bir meşale yakarsak Aphrodite'yi de sevindirmiş oluruz"

Bu sözlerle yumuşayan yaşlı kadın yerinden kalkıp bir meşale yaktı ve kalenin tepesine kolayca görülebileceği bir yere koydu. Esen rüzgar onu canlandırdı alevi daha da yükseldi ve etrafı aydınlattı.

Hero heyecanla dışarıyı seyrederken duyduğu bir sesle kalbi küt küt atmaya başladı. Denize doru baktığında dalgalarla boğuşan birini gördü bu Leandros!tan başkası olamazdı..onu yaşlı köle de görmüştü. Aşağı inip delikanlıya kıyıya çıkabilmesi için yardımcı oldu ve onu rahibenin odasına götürdü.

Leandros yorgunluktan bitkin ama sevdiğini tekrar görmekten mutlu bir halde genç rahibeye sarıldı. Yaşlı köle buna çok şaşırmıştı ancak onlara engel olmadı. O günden sonra Leandros her gece Hellespostosu yüzerek geçiyor sevdiğine ulaşıyordu. Günler haftalar aylar geçti ve güzel yaz günleri geride kaldı ve kışa yaklaştılar. Deniz eskisi gibi sakin ve sıcak değil, dalgalı ve soğuktu. Hero her gece yüzerek boğazı geçen Leandros için endişelenmeye başlamıştı bu yüzden ona bir süre birbirlerini görmemeleri gerektiğini söyledi. Bahar gelinceye kadar ayrı kalmaları gerekiyordu. Kışın boğazı yüzerek geçmek çok tehlikeliydi.

Leandros her ne kadar istemesede sevdiğinin bu isteğine boyun eğdi. Ve bahara kadar gelmeyeceğine dair ona söz verdi. Ama bu ayrılığa sadece bir kaç gün dayanabildiler. Leandros Hero'nun yolladığı özlem dolu mektubu okuyunca daha fazla dayanamayarak hiç düşünmeden kendini azgı dlgaların kucağına attı ve bir an evvel sevdiğine kavuşabilme arzusu ile dalgalarla boğuşmaya başladı. Fırtına arttıkça artıyor dalagalar daha da aşılmaz bir hal alıyordu. Hero'nun yaktığı meşale şiddetli rüzgarlardan sönerek ortalığı karanlığa gömdü. Heycan içinde Leandros'un yolunu gözleyen Hero, yaşlı köle uyuduktan sonra gizlice sahile indi ancak orada dalgaların kıyıya attığı sevdiğinin ölüsü ile karşılaştı. Bu acıya dayanamayan Hero sevgilisine sarılarak kendini öldürdü.

Kasabalılar bu haberi duyunca yas elbiselerine bürünüp kalaye geldiler ve iki sevgilinin cenaze törenine katıldılar.Onları deniz kıyısında aynı mezara gömdülerve Onların anısına boğazın azgın sularına güzel kokulu çiçekler attılar.
Alıntı: http://www.ada.net.tr/mitoloji/

*HÂLÂ KOYNUMDA RESMİN



Sımsıcak konuşurdun konuşunca
ırmak gibi, rüzgar gibi konuşurdun
yayla kokuşlu çiçekler açardı sanki
çiğdemler güller mor menevşeler açardı
Sımsıcak konuşurdun konuşunca
Hâlâ koynumda resmin

Dağları anlatırdın ve dostluğu
bir ceylan gibi sekerdi kelimeler
Sesini duymasam çölleşirdi dünya
dağlar yarılır ırmaklar kururdu
bulutlar çökerdi yüreğime
Hâlâ koynumda resmin

Gün akşam olur elinde kitaplar
ve bir demet çiçekle çıkıp gelirdin
bir kez bile unutmadın "merhaba" demeyi
ve en yanık türküleri nasıl da söylerdin
bir dostun vurulduğu gün
Hâlâ koynumda resmin

Kaç mevsim kırlara çıkıp
çiçekler topladık mezarlar için
Belki ürküttük tarla kuşlarını
belki kurdu kuşu ürküttük
ama aşkı ürkütmedik hiç
Hâlâ koynumda resmin

Ve hâlâ sımsıcak durur anılar
sımsıcak ve biraz boynu bükük
Ne varsa yaşanmış ve paylaşılmış
yasak bir kitap gibi durmaktadır
ve firari bir sevda gibi
Hâlâ duvarlarda resmin

Ahmet TELLİ

11 Haziran 2009 Perşembe

*KADIN DENİLEN KAYIP KITA



Kadın denilen kayıp kıtayı keşfe çıkan milyonlarca erkek, çoğu zaman eli boş döner açık denizlerdeki bu nafile seferlerinden ...
Keşfettiğini sananlarsa bir süre sonra (belki birkaç sene, belki birkaç saat) ayak bastıkları kıtayı bambaşka bir iklime bürünmüş bulunca, Kolomb sendromuyla "Acaba yanlış kıtada mıyım " telaşına kapılırlar.
Oysa genellikle kıta değildir yanlış olan; kaşifin kıtayı algılayış biçimidir ...
Asgari topografya bilgisinden yoksun oluşudur ...
Kıta'nın bazen kaşife göre mevsim değiştirebilen, aynı anda birkaç iklimi bir arada yaşayabilen potansiyelini algılayamayışıdır ...
Güverteden karanın görünüşüyle, kıtadan kaşifin görünüşü arasındaki farkı kavrayamayışıdır.
Bu pusula hatasından ötürü, kaç erkek olağanüstü bir keşfin kenarından dönmüştür, kaç kaşif, henüz keşfetmediği kıtaları yok sayarak gerçek yüzölçümünü bilmeden yaşadığı bir kıtanın kıyısında tüketmiştir nihayetini kim bilir ?

... Ve kim bilir kaç kıta uzaktan gülümseyerek izlemiştir çevrede kendisini arayan şaşkın kaşiflerin nafile turlarını ...

Can YUCEL

10 Haziran 2009 Çarşamba

*BİR DOSTUNUZ OLSUN..



Hani, diyorum da,
 insanın gerçekten mükemmel bir dostu olsa...
"Ona", şöyle,
içine sindire sindire,
kocaman bir sarılsa...
Uff!..
Ne iyi olur değil mi?
Dostunuz!
"Can" dostunuz var mı?
Kadın ya da erkek...
Hiç fark etmez.
Gerçek dostun cinsiyeti olmaz.
Paylaştığınız birileri var mı?
Var ise mesele yok.
Yok ise, gidin bulun hemen!
Sırlarınızı paylaştığınız.
Özlediğinizi açık yüreklilikle söylediğiniz.
"Canım benim!.. dediğiniz...
Telefonda bile saatlerce konuştuğunuz,
sıcacık biri...
"O"nu görmediğinizde yüreğinizin "pıt-pıt" attığını hissettiğiniz,
bir dostunuz var mı?
Dert ortağı, sohbetlerinizi paylaştığınız,
yalnızlığınızı anlattığınız,
sevincinizi hisseden biri..

Yalnız kaldığınızı düşündüğünüzde, birilerine
öfkelendiğinizde, sevdiklerinizi özlediğinizde, hayal
Kurduğunuzda
yanınızda o var mı?
Sizi hiç yalnız bırakmayan biri...
Cesur, sempatik, azimli, kararlı, yavşamayan...
Arayan, soran, "Seni özlüyorum" diyen biri.
Böyle bir canlı ile
her şeyi konuşabilir,
paylaşabilirsiniz.

Yanıltmaz!
Anlayışla karşılar her şeyi...
Hataları, günahları-sevapları, her bir şeyi
konuşabilirsiniz onunla...
Hiç yalnız kalmazsınız nitekim...
Böyle bir dost bulmak için fazla bir arayış içinde olmanıza gerek yoktur.
O kendiliğinden çıka gelir zaten.
Bir gün bir bakarsınız karşınızda...
Ardından,
ısınmaya başlarsınız.
Sonrasında bir bakmışsınız sımsıcak sohbetler, derin konular, sırlar,
paylaşımlar...
Kimseye söyleyemediğinizi, en yakınınıza anlatamadığınızı, geçmişteki izleri, geleceğe dairlerinizi,
sadece ona anlatır olursunuz.
Kadın, erkek
Bir dost bulun!
Ama gerçek olsun.
Aradığında işinizi değil,
sizi soran...
Kötü gününüzde ev sahibi, iyi gününüzde
Kiracınız olsun.
Anlatsın, konuşsun,
açık-seçik, korkmadan
yaşasın.Güvensin!
Cinsiyeti olmasın!
Bir kartal kadar haşin, bir maymun kadar şaklaban, bir
ceylan kadar narin olsun.
Doğruları söylesin.
Gerçekçi olsun.
Yanıltmasın, kandırmasın !
İçten, sevecen, sempatik, sevdaları, özlemleri
anlayabilen biri olsun.
Anlasın!
Ağzıyla değil, gözleriyle
ve kalpten konuşsun.
Yaşasın! Doya-doya yaşasın,
doya-doya yaşatsın.
Beyninden değil,
yüreğinden versin.
"Olsun varsın! Paylaşırım.”
desin. Bir dostunuz olsun.
Sizi ve benliğinizdekileri paylaşsın...
Dost olsun!
Ama... Gerçek bir dost..
 
Aylin ASLAN
 
DOSTÇA KALIN....

*ŞAH BEYİTLER-12





''Mest-i hab-ı naz olup cem'it dil-i sad paremi
Ki anın her paresi bir nevk-i müganundadur''

FUZULİ



Ey sevgili! Naz uykusunun sarhoşu olup da uyu.
Sen uyu ki benim yüz parça olup kirpiklerinin ucuna
takılı gönlümün parçaları bir araya gelsin

(Eski edebiyatımızda kirpik oktur.
Aşığın gönlüne saplandığı o andan itibaren aşk başlar.
Gönül parçaları kirpiklerin ucunda takılı olup sevgilinin gözü açık olduğunda

kirpiklerin yani gönlünün ayrı olmasından dolayı acı çeker.
Bu acı sevgilinin gözünü kapatmasıyla uyumasıyla son bulur.)

Haz.İbrahim Cemal TORUN
Paylaş

*KOLSUZ KAPI



19.yüzyılın büyük İngiliz ressamlarından William Holman Hunt'un bir bahçeyi anlatan tablosu Londra Kraliyet Akademisi'nde sergileniyordu. Hunt'un "Evrenin Işığı" adını verdiği bu tabloda gece elinde fenerle bahçede duran filozof görünüşlü bir adam vardı. Adam tek eliyle bir kapıya vuruyor ve içerden sanki bir yanıt bekliyormuşcasına duruyordu.

Tabloyu inceleyen bir sanat eleştirmeni Hunnt'a döndü:
-"Güzel bir tablo doğrusu, ama anlamını bir türlü kavrayamadım" dedi.
"Adamın vurduğu kapı hiç açılmayacak mı? Ona kapı kolu çizmeyi unutmuşsunuz da."
Hunt gülümsedi.
-"Adam sıradan bir kapıya vurmuyor ki" dedi ve tablosunun anlamını açıkladı.
"Bu kapı insan kalbini simgeliyor. Ancak içerden açılabildiği için dışardan kol olması gerekmiyor." "O kapı size içerden açılmazsa giremezsiniz."

"Çalmadan girebileceğiniz gönül kapınız olması dileğiyle...C.BOYLU"

*DOĞUM GÜNÜ



Dünyada eşsiz bir güzellik varsa o da kalbinizdedir, hayatınızın bundan sonrası kalbinizin güzelligi gibi geçsin, İyi ki varsınız öğretmenim, doğum gününüz kutlu olsun.
Saygılar öğretmenim.
Öğrenciniz Sumeyla-HOLLANDA

*OLMASA MEKTUBUN



Olmasa mektubun,
Yazdıkların olmasa
Kim inanırdı
Senle ayrıldığımıza.

Sanma unutulur,
Kalp ağrısı zamanla
Herşeyi unutarak
Yaşanır sanma.

Neydi bir arada tutan şey ikimizi
Birleştiren neydi ellerimizi
Bırak bana anlatma imkansız sevgimizi
Sevmek birçok şeyi göze almaktır.

Baksana geçmişe,
Ne çok anıyla yüklü
Nerde o taverna,
Nerde sinema

Harcanmış zamanla
Yeniden yaşanmaz ki;
Geç kaldıktan sonra
Arama boşa!

Murathan MUNGAN

9 Haziran 2009 Salı

*KALBİNDEYİM



Adını aşk koyduğun o büyük boşluğa
ben koca bir hayat sığdırdım...
Beni sevmemene isyan edip kaçmak,
sende aradıklarımı hayatla doldurmaya çalışmak,
ruhumun en büyük yanılgısıydı...
Hayat bana en acımasız yüzünü
sevgini inkar ettiğim zamanlarda gösterdi...
Ve şimdi asıl olmam gereken yerde,
hayata başladığım yerde,
kalbindeyim...
Vazgeçilmez oluşunun sırrı bu işte:
Senin olmadığın yerde ne olduğunu biliyorum...
Üveyik...

8 Haziran 2009 Pazartesi

*SENSİZ


Sensiz de denizi seyredebiliyorum.
Hem dalgaların dili seninkinden açık.
Ne kadar hatırlatsan kendini boş.
Sensiz de seni sevebiliyorum.

Hep boş konuşurduk hatırlar mısın, bula bula, ,
Karşılaştığımız zamanlarda.
Sen, sevgiden şımaran çocuk,
Ben şaşıran budala.

Özdemir ASAF

*ŞAH BEYİTLER-11



Öykündü lale laline ayağa saldılar
Su arızın anınca tutup bağa saldılar

HAYALİ

Şarap, rengine ve sarhoş edici özelliğine güvenip sevgilinin yanağı ile boy ölçüşmeye kalkınca onu ayaklar altına aldılar: ‘’Bu ne küstahlıktır, sen sevgilinin yanağı ile nasıl boy ölçüşürsün? ‘’ dediler.
Ayağa salmak, aynı zamanda kadehe dökülmek demektir. Şarap kadehe dökülür.
Salmak, hem göndermek, hem de dökülmek anlamına gelir.
Su da parlaklığına güvenip sevgilinin yanağına benzediğinin iddia edince onu da bahçelere saldılar, yani toprağa verdiler. Toprağa salmak ise öldürmek demektir.


Haz.İbrahim Cemal TORUN

7 Haziran 2009 Pazar

*TUTKU-AŞK-SEVGİ




Papatya tarlası...
Bir papatya tarlası düşün..
İlkbahar ayı..
Ve sen, onun yanından geçen yolda
yürüyorsun... Ve o papatya tarlasında
bir papatya dikkatini çeker..
Binlercesinden birisidir ama sen,
onun yanına gidersin..
Onda seni çeken bir seyler vardır..
O papatyayı olduğu yerden koparırsın..
Sadece senin olsun istersin, sadece senin..
Öleceğini düşünmeden. Ve gidersin o tarladan...
İçindeki şiddetin durduramadığı bir bencillik
ama bir o kadar güzel ve hapsedici.
İşte bu TUTKU...

Yine o tarlanın
kenarındaki yolda yürüyorsundur..
Yine milyonlarcası arasında
bir tanesi seni çeker..
Yaklaşırsın, yanına gidersin o papatyanın..
Gözlerin başkasını görmez olur o an.
Onun için herşeyi yapmak istersin...
Dokunmak istersin.. Dokunamazsın,
orda, onunla ölmek istersin.
Ama birden hafif bir rüzgar eser ve
bir başka güzel çiçek kokusu gelir burnuna..
Dayanamazsın onun kokusuna..
Unutturur herşeyi bir anda
ve o kokunun geldiği yöne gidersin..
O papatya orda kalmıştır,
yüreğinin bir kenarında..
Paylaşılmamıştır bi çok şey..
Unutulmaz belki
ama geri de dönülmez ona..
İşte bu AŞK...

Yine o yoldasın..
Papatya tarlasının yanından geçen..
Ve yine bir papatya ...
Milyonlarcasının içinde seni çeker..
Gidersin yanına..
Orda kalakalırsın..
O hiç ölmesin diye her şeyi yaparsın..
Tüm gücünle onunla olmak istersin..
Oradan seni koparacak hiç
bir güç olmadığına inanırsın..
Ve orda onunla ölene kadar birlikte kalırsın...
İşte bu da SEVGİ...

*ETME!



Duydum ki bizi bırakmaya azmediyorsun etme
Başka bir yar başka bir dosta meylediyorsun etme

Sen yadeller dünyasında ne arıyorsun yabancı
Hangi hasta gönüllüyü kasdediyorsun etme

Çalma bizi bizden bizi gitme o ellere doğru
Çalınmış başkalarına nazar ediyorsun etme

Ey ay felek harab olmuş alt üst olmuş senin için
Bizi öyle harab öyle alt üst ediyorsun etme

Ey makamı var ve yokun üzerinde olan kişi
Sen varlık sahasını öyle terk ediyorsun etme

Sen yüz çevirecek olsan ay kapkara olur gamdan
Ayın da evini yıkmayı kastediyorsun etme

Bizim dudağımız kurur sen kuruyacak olsan
Gözlerimizi öyle yaş dolu ediyorsun etme

Aşıklarla başa çıkacak gücün yoksa eğer
Aşka öyleyse ne diye hayret ediyorsun etme

Ey cennetin cehennemin elinde olduğu kişi
Bize cenneti öyle cehennem ediyorsun etme

Şekerliğinin içinde zehir zarar vermez bize
O zehiri o şekerle sen bir ediyorsun etme

Bizi sevindiriyorsun huzurumuz kaçar öyle
Huzurumu bozuyorsun sen mahvediyorsun etme

Harama bulaşan gözüm güzelliğinin hırsızı
Ey hırsızlığa da değen hırsızlık ediyorsun etme

İsyan et ey arkadaşım söz söyleyecek an değil
aşkın baygınlığıyla ne meşk ediyorsun etme

Mevlana Celaleddin Rumi

*ŞAH BEYİTLER-10


Gören düşinde bir gece mestâne gözlerün
Nergis gibi humâr ile bir yılda uyanur
Necâti


Mestane(Baygın, sarhoş) gözlerini bir gece düşünde gören,
Nergis gibi mahmurlukla bir yılda (yılda bir kez) uyanır.

6 Haziran 2009 Cumartesi

*PAPATYA VE KELEBEK


fotoğraf: Celali Boylu

Günlerden bir gün, evrenin bir noktasında, küçük bir tırtıl gözlerini
hayata açmış. Doğal içgüdüleri ile hemen beslenmeye başlamış.
Ne bulursa yemiş. Bir süre sonra, yeterince büyüdüğünde,
kendine güvenli bir yer bulup, bir koza örmeye başlamış.
Bu kozanın içinde geçirdiği uzunca bir sürenin sonunda da,
rengarenk kanatlı bir kelebek olup çıkmış.

Minik kelebek, uçabiliyor olmanın da verdiği mutlulukla uçmaya
başlamış. Dağlar tepeler aşmış, ormanın her yerini dolaşmış.
Derken bir vadiye gelmiş. Rengarenk çiçeklerin bulunduğu bir vadiye.
Etrafına şaşkın şaşkın bakarken, vadinin öbür ucunda bir papatya
görmüş. Bir anda afallamış. Ne düşüneceğini, ne yapacağını
bilememiş. içinden "Ne muhteşem bir çiçek" diye geçirmiş.
Ve vakit kaybetmeden yüzlerce renkli, hoş kokulu çiçeğin
üzerinden geçip doğruca onun yanında almış soluğu.

"Merhaba" demiş papatyaya, "sizi uzaktan gördüm ve yanınıza
gelmek istedim.". Nazlı papatya şöyle bir bakmış konuğuna ve
"Merhaba" demiş, "ben de yalnızlıktan sıkılmıştım zaten."
Ve konuşmaya başlamışlar. Kelebek ona hayat hikayesini,
nerede dünyaya geldiğini, geçtiği ormanı, tepeleri anlatmış.

Papatya da ona kendinden bahsetmiş. Birbirlerinden gerçekten
hoşlanmışlar. Kelebek bütün zamanını papatyayla geçirmiş.
Gece olunca beraber yıldızları ve ateş böceklerinin danslarını
seyretmişler. Gündüz olunca kelebek, kanatlarıyla papatyayı
güneşin yakıcı ışınlarından korumuş. Minik kelebek papatyayı çok
sevmiş. O kadar çok sevmiş ki, bir türlü onun yanından ayrılamamış.
Papatyanın da onu sevip sevmediğini merak ediyormuş. Ama cesaret
edip de bunu papatyaya söyleyememiş bir türlü. Onu kırmaktan,
incitmekten, bu yüzden kaybetmekten korkmuş. Papatya da
kelebeği çok sevmiş ama o da bir türlü söyleyememiş sevgisini.
Duygularının karşılığının olmayacağından, bu yüzden kelebeği
kaybedeceğinden korkmuş. Böylece iki sevgili yan yana
ama sevgilerini paylaşmadan sürekli sohbet etmişler.

Böylece saatler saatleri kovalamış. Günler geçip de, kelebek
artık zamanı kalmadığını, gücünün tükendiğini anlayınca, papatyaya
dönmüş ve; "Üzgünüm ama senden ayrılmam gerekecek" demiş.
Papatya buna bir anlam verememiş. "Neden" demiş. "Yoksa
benim yanımda mutsuz musun?". "Hayır" demiş kelebek. "Bilakis,
sen benim hayatıma anlam kattın. Fakat biz kelebeklerin ömrü
sadece üç gündür. Ve ben de ömrümü tamamladım. Artık
kelebeklerin hiç ölmediği bir yere gitmeliyim."

Papatya bu duruma çok üzülmüş ama yapacak bir şey yokmuş zaten.
Kelebek artık hiç gücünün kalmadığını, daha fazla tutunamayacağını
fark ettiğinde, son bir gayretle papatyaya "Sevi seviyorum"
diyebilmiş ancak. Papatya donakalmış. Sadece "Bende..."
diyebilmiş kelebeğin arkasından. Ardından da gözyaşlarına boğulmuş.

İçinden "Keşke onun da beni sevdiğini bilseydim.
Keşke onu sevdiğimi söyleyebilseydim." diye geçirmiş.
Papatya, sevdiğinin onu sevdiğini bilmeden geçirdiği günlerin
acısına dayanamamış. Bir süre sonra yaprakları önce solmuş,
sonra da dökülmeye başlamış.
Her düşen yaprakta papatya, "seviyormuş" diye geçirmiş içinden.

İşte o günden beri, bunu bilen aşıklar,
sevgililerine soramadıklarını hep papatyalara sormuş:
"Seviyor mu, sevmiyor mu?"...

SEVDİĞİNİZE, SEVGİNİZİ SÖYLEMEKTE GEÇ KALMAYIN.......



5 Haziran 2009 Cuma

*HEP O



Aşk geldi, kan gibi
Damarlarıma derime doldu.
Beni benden aldı,
Varlığımı sevgiliye doldurdu.
Kısaca;
Bana benden kalan bir ad;
Ancak ötesi hep o...

Mevlâna

AŞK



Belki de bir hayalin peşinden yıllarca koşabilmektir, ya da koşmayı düşünebilmektir aşk. Üstelik yitip giden, hızla geçen zamanın sonunda o hayali hiç gerçekleştirememe olasılığına rağmen...
Günleri, geceleri bir odaya kapanarak geçirirken, bir telefon çığlığına, bir kapı ziline ömrün yarısını verebilmeyi düşünmektir... Ya da duyulacak bir sesle, sevgilinin yüzündeki bir gülüşle, gözlerindeki bir ışıltıyla, ömrün üzerine bir ömür daha ekleneceğini hissetmektir aşk...
Her şey çok iyi giderken, mutluluk ormanına her gün yeni fidanlar ekerken, insanların sana ve ona gıpta ile baktığını düşünürken bir anda onsuz, diğer yarınsız, kalabileceğin fikrinin seni deli etmesidir... Tam da ona hayatını bağlamışken, onsuz yapamayacağını, onsuz nefes bile alamayacağını düşünürken, bir gün yapayalnız kalma korkusunun bütün vücudunu titretmesidir aşk...
Terk edildiğinde hayata küseceğini, suçlayacak yüzlerce insan ya da neden bulacağını, kin tutacağını, intikam yeminleri edeceğini bilmektir... Bir özlem şarkısının içini eriten ezgilerinin veya seni bambaşka mekanlara sürükleyen mısraların kulağından girip, yüreğine doğru akmasına sonra gözlerinden damla damla dışarı taşmasına engel olamamak ve zaten engel olmaya güç bulamamaktır aşk...
Aylarca görmediğin, tenine dokunmadığın, kokusunu doyasıya ciğerlerine çekemediğin ve hatta sesini bile duymadığın birisine hala tüm hücrelerinle bağlı kalabilmektir, delicesine özlemektir aşk... Tutkun yüzünden aptallıkla suçlanmayı göze almaktır... Sana aptal diyenlere söylenecek söz bulamazken, başın öne eğilip gözlerinden akan gözyaşlarına rağmen, yüreğinin onu seviyorum diye haykırmasıdır aşk...
Plansız, hesapsız, ölçmeden, biçmeden kaygısızca ama her olumsuzluğu da göz önüne alarak kendini bırakmaktır... Güçtür aşk ve zordur aşkı yaşamak. Her pisliğe, vurdumduymazlığa, kalleşliğe, iki yüzlülüğe karşı kazanılmış bir zaferdir. Yarını hiç düşünmeden sadece içinde bulunduğun anın hazzını bütün benliğinde hissedebilmektir. Sayılarla harflerle belirlenmiş her şeye meydan okuyan bir belirsizliktir... O belirsizliğin içinde savrulurken bir sonraki günü dakikası dakikasına planlamanın ne kadar saçma olduğunu görebilmektir aşk.
Ve aslında hiçbir benzetmenin, hiçbir tarifin aşkı tanımlayamayacağını bile bile, aşk üzerinde yazma, söz söyleme cesareti gösterebilmek, o yazılanları, söylenenleri okuyabilmek, dinleyebilmektir aşk...

Teşekkürler Şelveda BİNEN_İST.