31 Ekim 2010 Pazar

*EVDE YOKLAR



Durmadan avuçlarım terliyor,
inildiyor ardımdan
Girdiğim çıktığım kapılar.
Trenim gecikmeli, yüreğim bungun,
Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Dolanıp duruyorum ortalıkta.
Kedim hımbıl, yaprak döküyor çiçeğim,
Rakım bir türlü beyazlaşmıyor.
Anahtarım güç dönüyor kilidinde,
Nemli aldığım sigaralar.
Ne zaman bir dosta gitsem
Evde yoklar.

Kimi zaman çocuğum,
Bir müzik kutusu başucumda
Ve ayımın gözleri saydam.
Kimi zaman gardayım
Yanımda bavulum, yılgın ve ihtiyar.
Ne zaman bir dosta gitsem,
Evde yoklar.

Bekliyorum bir kapının önünde,
Cebimde yazılmamış bir mektupla.
Bana karşı ben vardım
Çaldığım kapıların ardında,
Ben açtım, ben girdim
Selamlaştık ilk defa.

Metin ALTIOK

*DÖNECEĞİM


Dağıtır saçlarını ve yalvarıp uzaktan
Mavi bir iklim gibi çağırır beni sesin,
Tertemiz göklerinde dal dal erguvan açan
Rüyalarıma ışık ve özlem serpmektesin.

Bir mayıs sabahını yaşayacak böcekler
Çılgın karanfillerle dolacak yeşil saksın,
Ve sen bir fidan gibi yeşermiş olacaksın,
Serin, çakıl yollarda kuşlar birikecekler.

Melih Cevdet ANDAY

29 Ekim 2010 Cuma

*ON BEŞ YILI KARŞILARKEN

Resim:Mine ERDİNİ

Cumhuriyet'in ilanının 15. yıldönümünde yazılan bu şiirin üzerinden 72 koca sene geçti....Şairin dizelerindeki azim ve hız devam etseydi bugünTürkiye'nin nerelerde olabileceğini düşünebiliyor musunuz?


Kim derdi yarılsın da nihayet yerin altı,...
Bir anda dirilsin de şu milyonla karaltı.

Topraklaşan ellerde birer meşale yansın.
Kim der ki şu milyonla adam birden uyansın.

Kim derdi seher yıldızı doğsun da bir evden,
Kaçsın da cehennemler o bir dalma alevden,

Canlansın ışık selleri olsun da o damla
Beş devletin öldürdüğü devlet bir adamla.

Kim der ki en son rakamlar da delirsin.
On beş asır on beş yılın eb'adına girsin.

Dünyaları bir fert evet oynattı yerinden,
Sarsıldı demirler evet azmin demirinden.

Mazi yıkılıp gitti evet fesli, kafesli:
Lâkin bugünün ey granit bünyeli nesli,

Bir şey ele geçmez şerefin sade adından.
Sen arşı bırak, varsa haber ver kanadından.

Gökten ne çıkar? Gök ha büyükmüş ha değilmiş,
Sen alnını göster ne kadar yükselebilmiş.

Gökler çıkabildin, uçabildinse derindir,
Tarihi kendin yazıyorsan, eserindir.

Bahsetme bugün sade dünün mucizesinden,
İnsan utanır sonra yarın kendi sesinden.

Asrın yaşamak hakkını vermez sana kimse;
Sen asrını üstünde izin varsa benimse;

Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır
Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.

Mithat Cemal KUNTAY

*ATATÜRK VE CUMHURİYET


Sayın Kurucum, Sayın Kurucu Temsilcim, Sayın Müdürlerim, Sayın Velilerimiz, Değerli Öğretmen Arkadaşlarım ve Sevgili Öğrenciler;

Öncelikle canları ve kanları pahasına bağımsızlığımızı kazanarak Türkiye Cumhuriyetini kuran, çökmüş bir imparatorluktan uygar bir ulus yaratan, insanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük lider Ulu Önder Atatürk ve silah arkadaşlarının önünde saygıyla eğiliyor, Cumhuriyetimizin 85. yıldönümü hepimize kutlu olsun, diyorum.

Cumhuriyet, egemenliği kullananların, seçimle belirlendiği bir dizgedir; siyasal yönetim biçiminin halklaşmasıdır. Halkın egemenliğini doğrudan doğruya ya da seçtiği temsilciler aracılığıyla kullandığı devlet biçimidir; yani halkın, halk tarafından halk için yönetilmesi temel ilkesine dayanır.

Sözcük anlamı, “halk yönetimi” olan cumhuriyet yönetimleri genellikle demokrasi ile özdeş tutulsa da her cumhuriyetin demokratik olduğu söylenemez. Öyle ki adı demokratik halk cumhuriyeti olan birçok ülkede demokrasiden eser yoktur. İşte Türkiye Cumhuriyetini bu bağlamda değerlendirdiğimizde Atatürk’ün ileri görüşlülüğü, çağdaş dünya anlayışı, insana ve topluma, dolayısıyla Türk milletine verdiği değer ön plana çıkmaktadır. Atatürk, Cumhuriyet’le birlikte Türk ulusuna her bakımdan özgürlüklerle donatılmış, kişinin temel hak ve hürriyetlerini kutsal sayan ;
• Yansız ve eşitlikçi,
• Çoğulcu ve katılımcı,
• İnsan haklarına saygılı,
• Erdemli,
• Hukukun üstünlüğü… gibi çağdaş dinamikleri temel alan demokratik
bir cumhuriyet armağan etmiştir. Türk ulusuna düşen görev ise, bu armağanı en güzel şekilde koruyarak ve çağdaş unsurlarla geliştirerek gelecek nesillere devretmektir.

Atatürk, daha Kurtuluş Savaşı’nı yürütürken kuracağı yeni devletin yönetim biçiminin ulus egemenliğine dayanan cumhuriyet olmasını kafasına yerleştirmişti. Çünkü cumhuriyet, toplumsal yapımızın beklentileri olan;
• Bilimsellikle aydınlanmayı,
• Laiklikle demokrasiyi,
• Batılılıkla çağdaşlığı özdeşleştirebilecek olan ve Türk ulusunun özyapısına en uygun rejimdi Atatürk’e göre.

Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti:
• Yok edilme tehlikesiyle ortaya çıkmış; tarih bilinciyle çelikleşmiş, adını ve yazgısını değiştirmiş; enkaz üzerine kurulmuş bir halk devletidir.

• En az yüz yıllık yoğun bir çabanın ve birikimin sonucudur.1800’lerde atılan tohumların 1920’lerde filizlenmesidir.

• Anadolu halkının; ülkeyi ele geçirmek isteyen yayılmacı, anamalcı,
sömürgeci devletlere karşı başlattığı, hedefi tam bağımsızlık olan Ulusal Kurtuluş Savaşı’yla elde ettiği soylu,uygar bir yönetim biçimidir.


• Halkla kaynaşıp bütünleşmenin, yönetimde ayrıcalıkların kaldırılmasının adıdır.

• Bağımsızlık ve laiklikle yetinmeyip çağdaşlaşma gereği duyan bir erdemlilik ve kararlılık düzenidir.

• Yurtta ve dünyada barıştan yana tavır koyan, savaşçı eğilimler taşımayan, ulusal onuru ve insanca yaşamayı tasarlayan bir halk yönetimidir.

• Toplumsal bir diriliş, bir yeniden doğma istencinin özünde sakladığı dinamizm, idealizm, kendine güven, kararlılık ve heyecanın yaşama geçirilmesidir.

• Devlet yaşamında ve yönetiminde Türk ulusunun iradesinin egemen kılınmasıdır. Açık topluma açılan bir kapı, saltanata karşı da güçlü bir seçenek, yeni inançlar yumağı, ulusal bütünlüğün olmazsa olmazıdır.

Atatürk’ün cumhuriyet anlayışında:
• Gericiliğe ya da tutuculuğa,
• Yobazlığa ya da karanlığa,
• Ümmetçiliğe ya da şeriatçılığa,
• Bağımlılığa ya da tutsaklığa,
• Diktaya ya da keyfi yönetimlere yer yoktur; olamaz da…

Çünkü Türkiye Cumhuriyetinin dayandığı temel ilkeler:
• Ulusal vatan,
• Ulusal egemenlik,
• Ulusal devlet,
• Ulusal politika,
• Ulusal ekonomi,
• Ulusal dil ve kültürdür.

Sevgili Gençler,
Bu ilkelerle yoğrulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti sadece bir tasarımın sonucu değildir. Uzun çabaların; bir karış toprağımızı düşmana vermemek uğruna her karışını kanla suladığımız, yüz binlerce şehit verdiğimiz, yokluklar ve çaresizliklerden azim ve inanla bir destan yarattığımız Ulusal Kurtuluş Hareketimizin ürünüdür. Bu ürün kolay üretilmediği gibi kolay kolay da tüketilemez. Tüketilemeyecek de…

Bu ürün sizlere emanettir. Ona sahip çıkmak, onu sonsuza dek yaşatmak unutmayınız ki sizin görevinizdir. Bu görevi ciddiye almamak, geleceğinizi karanlığa gömmektir,çocuklarınızın yarınlarını karartmaktır.

Karanlıkları sahte süslü ışıklarla aydınlık göstermeye çalışanlara lütfen inanmayınız. Unutmayınız ki, tek aydınlık Atatürk’tür, Atatürk ‘ün yoludur. Karanlıklardan çıkış yolu da Atatürk ilkelerini yaşama geçirmekle mümkündür.

Bütün bu görevleri yerine getirirken gereksinim duyacağınız güç, damarlarınızdaki soylu kanda vardır.

Mehmet Zeki YOLLU
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni
Özel Adana Gündoğdu Koleji

28 Ekim 2010 Perşembe

*BEN SANA MECBURUM

Loadtr.Com


Ben sana mecburum bilemezsin
Adını mıh gibi aklımda tutuyorum
Büyüdükçe büyüyor gözlerin
Ben sana mecburum bilemezsin
İçimi seninle ısıtıyorum.
Ağaçlar sonbahara hazırlanıyor
Bu şehir o eski İstanbul mudur
Karanlıkta bulutlar parçalanıyor
Sokak lambaları birden yanıyor
Kaldırımlarda yağmur kokusu
Ben sana mecburum sen yoksun.

Ölmek kimi zaman rezilce korkuludur
İnsan bir akşam üstü ansızın yorulur
Tutsak ustura ağzında yaşamaktan
Kimi zaman ellerini kırar tutkusu
Bir kaç hayat çıkarır yaşamasından
Hangi kapıyı çalsa kimi zaman
Arkasında yalnızlığın hınzır uğultusu

Fatih'te yoksul bir gramafon çalıyor
Eski zamanlardan bir cuma çalıyor
Durup köşe başında deliksiz dinlesem
Sana kullanılmamış bir gök getirsem
Haftalar ellerimde ufalanıyor
Ne yapsam ne tutsam nereye gitsem
Ben sana mecburum sen yoksun.

Belki haziranda mavi benekli çocuksun
Ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor
Bir şilep sızıyor ıssız gözlerinden
Belki Yeşilköy'de uçağa biniyorsun
Bütün ıslanmışsın tüylerin ürperiyor
Belki körsün kırılmışsın telaş içindesin
Kötü rüzgar saçlarını götürüyor

Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Bu kurtlar sofrasında belki zor
Ayıpsız fakat ellerimizi kirletmeden
Ne vakit bir yaşamak düşünsem
Sus deyip adınla başlıyorum
İçim sıra kımıldıyor gizli denizlerin
Hayır başka türlü olmayacak
Ben sana mecburum bilemezsin.

Attila İLHAN

27 Ekim 2010 Çarşamba

*LYDIA'LI ARAKNE'NİN ÖRÜMCEK OLUŞU

fotoğraf:Celali BOYLU

Athena insanların yaptığı bütün sanatların ve işlerin, özellikle kadınların yaptıkları ince nakışların işlemelerin koruyucusu idi. Hera'nın gelinliğini kendi elleri ile hazırlamıştı. Bu gibi işlerde oldukça başarılı olan Yunanlı kadınlar sanatlarını Athena'yı çalışırken seyrederek öğrendiklerini, onun öğütlerini dinlediklerini söyleyerek övünürlerdi. Fakat iyi kalpli yumuşak Athena'nın da zaman zaman öfkeye kapılıp kalp kırdığı, intikam aldığı olurdu.

Efsaneye göre Lydia'lı güzel bir kız olan Arakne gergef işlemekte, oya yapmakta o kadar başarılıymış ki arada sırada Nympha'lar bile, ormanlardan ve su başlarından ayrılarak onu izlemeye gelirlerdi. Bir gün periler ona bu güzel sanatı bu kadar hoş geregef işlemeyi sana Zeka Tanrıçasımı öğretti diye sordular. Arakne ise "O kim benimle boy ölçüşebilir, ben bu işte herkesi hatta Athena'yı bile geride bırakırım " diye karşılık verdi.

Athena bütün bunları duymuştu. İhtiyar bir kadın şekline girerek Arakne'nin yanına geldi. "Kızım " dedi " İhtiyarlık insana yalnız keder ve üzüntü getirmez, tecrübe de getirir. Öğütlerimi yabana atma, evet sen sanatında çok başarılısın, bütün kadınları, kızları geçebilirsin fakat bir tanrıçanın gücü, sanatı herşeyin üstündedir. Kendini okadar büyük görme.

"Ben gurura kapılmıyorum, kendimi büyük görmüyorum, gerçeği söylüyorum. İsterse Athena gelsin, ben onunlada yarışa girerim dedi.

"İşte geldi" diyerek zeka tanrıçası ihtiyar kadın şeklinden çıktı ve kendi tanrısal görüntüsüne büründü. Bunun ü
"Sen ölmeyeceksin fakat benimle boy ölçüşme cesaretini gösterdiğin için hayatını ağ üstünde asılı olarak geçireceksin" diyerek Arakne'yi bir örümceğe çevirdi.
ALINTI

*GELİRİM


Şimdi uzak bir kenttesin
Ve yağmur yağıyorsa,
düşüyorsam yüreğine tane tane

Gelirim, serilirim sular gibi kıyılarına
Gelirim, karışırım martıların çığlıklarına
Gelirim, sokulurum derin seher uykularına.


Çok uzaklarda bir kadın
Yüreğinin perdelerini sımsıkı kapatmıştı.
Belki de bu perdelerden bunalmıştı
Karanlığa alışan gözleri
Yüreğinin kaynarında yanıyordu
İçinde köpekbalıklarının boğulduğu
Bir kızıldeniz saklıyordu.
Kirpiklerinin kıyısındaydı
İlk damla ayrıldı buluttan
Sonra ikincisi, üçüncüsü...
Issız sokaklarda kırmızı kiremitlerden
Toz yükseliyordu.

Hangi kaçış uğultusunu dindirebilir
içinizdeki mavi karlı ormanın?
Hangi çınar dallarının kırıldığı yerden inlemez?
Sonunda dağlayanı olmuşsa ömrünüzün
O sağnaktan arda kalan.
Sargılar sarabilir mi yaralarınızı,
O liman, yürekte değilse eğer
artık neye sığınır insan?

Bir ırmağın sesini alıp
Gitmek istiyorum, sevdiğim hoşçakal.

Bak; işte akşam oldu.
ve suskunsa tüm sokaklar
camlardaysan şehir ışıklarında

Gelirim, serilirim sular gibi kıyılarına
Gelirim, karışırım martıların çığlıklarına
Gelirim, sokulurum derin seher uykularına.


25 Ekim 2010 Pazartesi

*ŞAH BEYİTLER-69


Levh-i çehremde okumağa hikâyât-ı gamı
Geceler subha değin şem tutar âh sana

Necati

"Ey sevgili, çektiğim ıstırabı yüzümün levhasından okuyabilmen için,
 geceleri ahım sabaha kadar sana ışık tutar."

Ah, içten gelen, derin bir iç geçirişin ifadesidir. Yürek yangınının ifadesidir. Yani yakıcı ve ateşlidir.
Âşık, yüreğinden gelen bu ah ateşiyle sevgiliye yüzündeki acıyı gösterebilmek için sabahlara kadar kandil tutar.Şair sevgilisine ‘’ben senin aşkından sabahlara kadar ah çekiyorum; ama sen yinede yüzüme bakmıyor, halimi görmüyorsun’’ demek istiyor.

Haz.İbrahim Cemal TORUN
Özel Adana Gündoğdu Koleji
T.Dl.Edb.Öğrt.


24 Ekim 2010 Pazar

*SEVDA BAHÇESİ


Bir gül mahzun durur bahçede
Yaprakları yorgun.
Sen pembe güllerin en pembesi!
Hasta solgun.

Bir gül taze durur bahçede
Yaprakları diri.
Sen beyaz güllerin en beyazı
Sabahlar kadar iri.

Bir gül baygın durur bahçede
Yaprakları serin.
Sen sarı güllerin en sarısı
Yağmur gibisin.

Pembe gül hülyandır açılmış,
Beyaz gül yanakların,
Sarı gül dağınık saçlarındır,
Ve mahzun kalbim ateş gibi
Yanan dudaklarındır.

Cahit KÜLEBİ

22 Ekim 2010 Cuma

*ÜMİTSİZ AŞKLAR İÇİN


Ben ümitsiz aşklar için yaratılmışım
Ayrılıklar için, sonsuz kederler için
Ne zaman ta derinden sevsem birini
Ezilmeli yeni açmış gülleri kalbimin
En güçlü zehir olmalı aşk dediğin
Alkol gibi damarlarıma yürümeli
Sarmalı her yanımı gece olunca
İçimde bir çıbancasına büyümeli
İnsan sevince her gün bir kez ölmeli
Her gün bir başka yerine saplanmalı o kurşun
Yollara düşmeli, perişan deli divane
Erimeli potasında o garip var ölüşün
Artık uzakbir anıdır huzur ve sükun
O büyük yangın başlamışsa yürekte
Bir gün gelir de bu çaresizliğin
Aranır bütün tesellisi ölmekte
O yerde sevilmek de yalan sevmekte
Nereye baksan dizboyu karanlık
Boşuna bir ışık arama göklerde
Her şeyinle aşkın içindesin artık
Böyle gitgide derinlere çeker o bataklık
Orada ölümsüz olur nice kara sevdalı
Sevmek, hiç sevilmeden; korkunç güzel
Aşk dediğin karşılıksız olmalı

Ümit Yaşar OĞUZCAN

*SAAT 21-22 ŞİİRLERİ


Piraye İçin Yazılmış :

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

Ne güzel şey hatırlamak seni :
bir mavi kumaşın üstünde unutulmuş olan elin
ve saçlarında
vakur yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının...
İçimde ikinci bir insan gibidir
seni sevmek saadeti...
Parmakların ucunda kalan kokusu sardunya yaprağının,
güneşli bir rahatlık
ve etin daveti :
kıpkızıl çizgilerle bölünmüş
sıcak
koyu bir karanlık...

Ne güzel şey hatırlamak seni,
yazmak sana dair,
hapiste sırtüstü yatıp seni düşünmek :
filânca gün, falanca yerde söylediğin söz,
kendisi değil
edasındaki dünya...

Ne güzel şey hatırlamak seni.
Sana tahtadan bir şeyler oymalıyım yine :
bir çekmece
bir yüzük,
ve üç metre kadar ince ipekli dokumalıyım.
Ve hemen
fırlayarak yerimden
penceremde demirlere yapışarak
hürriyetin sütbeyaz maviliğine
sana yazdıklarımı bağıra bağıra okumalıyım...

Ne güzel şey hatırlamak seni :
ölüm ve zafer haberleri içinden,
hapiste
ve yaşım kırkı geçmiş iken...

23 Eylül 1945

O şimdi ne yapıyor
şu anda, şimdi, şimdi?
Evde mi, sokakta mı,
çalışıyor mu, uzanmış mı, ayakta mı?
Kolunu kaldırmış olabilir,
- hey gülüm,
beyaz, kalın bileğini nasıl da çırçıplak eder bu hareketi!.. -

O şimdi ne yapıyor,
şu anda, şimdi, şimdi?
Belki dizinde bir kedi yavrusu var,
okşuyor.
Belki de yürüyordur, adımını atmak üzredir,
- her kara günümde onu bana tıpış tıpış getiren
sevgili, canımın içi ayaklar!.. -
Ve ne düşünüyor
beni mi?
Yoksa
ne bileyim
fasulyanın neden bir türlü pişmediğini mi?
Yahut, insanların çoğunun
neden böyle bedbaht olduğunu mu?

O şimdi ne düşünüyor,
şu anda, şimdi, şimdi?...

26 Eylül 1945

Bizi esir ettiler,
bizi hapse attılar :
beni duvarların içinde,
seni duvarların dışında.

Ufak iş bizimkisi.
Asıl en kötüsü :
bilerek, bilmeyerek
hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...
İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş,
namuslu, çalışkan, iyi insanlar
ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık...

1 Ekim 1945

Dağın üstünde :
akşam güneşiyle yüklü olan bir bulut var dağın üstünde.
Bugün de :
sensiz, yani yarı yarıya dünyasız geçti bugün de.
Birazdan açar
kırmızı kırmızı :
gecesefaları birazdan açar kırmızı kırmızı.
Taşır havamızda sessiz, cesur kanatlar
vatandan ayrılığa benzeyen ayrılığımızı...

6 Ekim 1945

Bulutlar geçiyor : haberlerle yüklü, ağır.
Buruşuyor hâlâ gelmeyen mektup avucumda.
Yürek kirpiklerin ucunda
uzayıp giden toprak uğurlanır.
Benim bağırasım gelir : - "P î r â y e ,
P î r â y e !.." - diye...

5 Kasım 1945

Çiçekli badem ağaçlarını unut.
Değmez,
bu bahiste
geri gelmesi mümkün olmayan hatırlanmamalı.
Islak saçlarını güneşte kurut :
olgun meyvelerin baygınlığıyla pırıldasın
nemli, ağır kızıltılar...
Sevgilim, sevgilim,
mevsim
sonbahar...

12 Kasım 1945

Damardan boşanan kan gibi ılık ve uğultulu
son lodoslar esmeye başladı.
Havayı dinliyorum :
nabız yavaşladı.
Uludağ'da, zirvede kar
ve Kirezli-yaylada şahane ve şipşirin yatmış uykudadır
kırmızı kestane yapraklarının üstünde ayılar.
Ovada kavaklar soyunuyor.
İpekböceği tohumları kışlaklarına gitti gidecek,
sonbahar bitti bitecek,
nerdeyse girecek gebe-uykularına toprak.
Ve biz yine bir kış daha geçireceğiz :
büyük öfkemizin içinde
ve mukaddes ümidimizin ateşinde ısınarak...

1945 yılı Aralık ayının dördü

İlk göz göze geldiğimiz günkü elbiseni çıkar sandıktan,
giyin, kuşan,
benze bahar ağaçlarına...
Hapisten
mektubun içinde yolladığım karanfili tak saçlarına,
kaldır, öpülesi çizgilerle kırışık beyaz, geniş alnını,
böyle bir günde yılgın ve kederli değil,
ne münasebet,
böyle bir günde bir isyan bayrağı gibi güzel olmalı Nâzım Hikmetin kadını...

5 Aralık 1945

Delindi sintine,
esirler parçalamakta pırangaları.
Yıldız-poyrazdır esen,
tekneyi kayaların üstüne atacak.
Bu dünya, bu korsan gemisi batacaktır,
taş çatlasa batacak.
Ve senin alnın gibi hür, ferah ve ümitli bir âlem
kuracağız Pirâyem...

6 Aralık 1945

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
- çürüyen diş, dökülen et -,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle : işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet...

12 Aralık 1945

Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta :
pul pul altın
bakır
tunç ve tahta...
Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor yumuşacık.
Ve dağlar dumana batık
kurşunî, sırılsıklam...
Tamam,
sonbahar belki bugün bitti artık.
Yaban kazları hızla gelip geçti demin
herhal İznik gölüne gidiyorlar.
Havada serin
havada is kokusu gibi bir şey :
havada kar kokusu var...

Şimdi dışarda olmak,
dörtnala sürmek dağlara doğru atı.
"- Ata binmesini de bilmezsin," - diyeceksin ama
şakayı bırak ve kıskanma,
yeni bir huy edindim hapiste :
seni sevdiğim kadar değilse de
hemen hemen ona yakın seviyorum tabiatı...
Ve ikiniz de uzaktasınız...

Nazım Hikmet RAN

21 Ekim 2010 Perşembe

*DEDİM DİLBER



Dedim dilber gel bir pazar edelim
Dedi ben alışı verişi bilmem
Dedim muhabbetten kuralım çarşı
Dedi ben tenhada görüşü bilmem

Dedim işittin mi Ferhat-Şirin'i
Dedi aşk yoluna vermiş varını
Dedim Ferhat vermedi mi serini
Dedi düşmanım çok, şer işi bilmem

Dedim Kerem yanmış Aslı yoluna
Dedi Aslı düşmüş elin diline
Dedim Kamber ölmüş Arzu yoluna
Dedi ben inkisar, kargışı bilmem

Dedim Ruhsat sana olmuş mülâzim
Dedi bir ruhsat da olsun ne lazım
Dedim eğer kabul olsa niyazım
Dedi ben oraya varışı bilmem

AŞIK RUHSATİ

*EĞİTİMCİ


Kadınların toplumsal yaşama girmesini destekleyen ,"kocasının eline bakan"kişi olmaktan çıkarmaya çalışan ,"Herkes İş Başında"diyerek kadınları saymaktan geri durmayan 1932'lerin eğitimcileriyle,"baba,eşinin çalışmamasını isteyebilir"diyen 1970'liyılların eğitimcileri arasında ciddi farklar bulunuyor.1930'larda emperyalistleri denize dökmüş ve devrimlerle ortaçağ karanlığından kurtulmayı amaçlayan Kemalistler iktidardaydı.Onlar için,herkesin işbaşında olması varlık sorunuydu.Kadınlar erkekler gibi yurttaştı.Yurttaş olmaları,kamusal yaşamda da tanınmalarını zorunlu kılıyordu.Devrimlerin sürdürülmesi ve savunulması politikalarından 1945'te n başlayarak yavaş yavaş 1950'lerden sonra da hızla vazgeçildi.Artık, eğitimcilerde kadınları bağımsız bireyler olarak değil, erkeğin denetiminde yaşaması gereken 'KULLAR'olarak görmekteydi.Ders kitaplarındaki cinsiyetçi örneklerin yoğunluğu da bunun kanıtıdır.

Ders Kitaplarında Cinsiyetçilik 1928_1995.Firdevs Helvacıoğlu syf.50
Teşekkürler Nazan Meltem AKTAŞ
Uludağ Üniversitesi-BURSA

*OYSA BEN HİÇ İNSAN KAYBETMEDİM


Asla sevmediğim birine seni seviyorum demedim,
Ya da asla birini severken karşılığını beklemedim.
Dostluğuma değer biçmedim,sevgime ise hiçbir zaman sınır çizmedim.
Sevdiysem sonuna kadar gittim, bitirdiysem öldürse de hasreti geriye dönmedim.
Bazen çok kırıldım, bazen belki de kırdım.
Ama hata insana mahsustur dedim.
Affettim, af diledim.
Kimileri birden fazla kırdılar kalbimi ama ben onları yinede affettim.
Onlar belki beni saflıkla yargıladılar.
Belki de içten içe sinsice güldüler.
Ama asıl unuttukları şuydu;
Ben aldanmadım..!
Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar.
Bir insan kaybının ne olduğu bilemedikleri için,
Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için.
Oysa ben hiç insan kaybetmedim.
Sadece zamanı geldiğinde vazgeçmeyi bildim o kadar..
 Can  YÜCEL

20 Ekim 2010 Çarşamba

*BAKIŞI ÇAĞIRIR BENİ UZAKTAN


Bakışı çağırır beni uzaktan
Varınca çatılır kaşlar nedendir?
Bir yandan hoşlanır azarlamaktan
Bir yanda gözünde yaşlar nedendir?

Derindir alnımda gurbet çizgisi
Değişmez diyorlar bahtın yazgısı
Gönlümün içinde var ki bir sızı
Her akşam yeniden başlar nedendir?

Hasreti bağlayıp sazın teline
Yıllardır çıkmışım gurbet eline
Düşmüşüm bu yüzden elin diline
Üstelik yar beni taşlar nedendir?

Fuat Edip BAKSI

*SEVDAYA İLİŞKİN


Yüzünü bana döndür
Böyle bakışımın nedenini sorma
Uzun tümceler ezberletirim sana
Kalın kitaplar getiririm o zaman
Dakikalar tükenir. Birazdan
Bir ömür tamamlanır
Yaşanır olur yaklaşan ayrılıklar
Otobüs şöyle bir sarsılır da
Yaslanır birden
Sevgilimin gurbet aklına

Bir su olur giderim
Gittiğim yerlerden alır
Esmerliğini yüzüm
Emekçilerin yaşamına karışırım sonra
Ter kokar gömleklerim

Bu bitmez yolculukta
Camdan bakarak
Görkemli, aşılmış mı bilemem
Akşamları gerginleşen dağlar görürüm
Uzun bir
- Ah...
Gibi
Düşersin aklıma

Yolcular bir bir uyur
Bırakıp bu dünyayı giderler
Yedeğimdeki sevdalar uyanır
Kavga aşk olur bana
Ömür bitmez yol bitmeyince
Bir ezgi çalınır
Sazın ucu gökyüzünü kanatır şimdi

Ahmet ADA

19 Ekim 2010 Salı

*SANA NE YAPTILAR


o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
bir bıçağın ağzında yürür gibiydin
demirlerin soğukluğu soluk dudaklarında
gözlerinde karanlığı dar hücrelerin
seni görür görmez özgürlüğümden utandım
söyle ne içersin çay mı kahve mi
çok değişmişsin birden tanıyamadım

saçların uzundu omuzlarına akardı
gönlümüz şenlenirde sarışınlığından
onlar mı kestiler sen mi kısalttın
gülerdin içimize aylar doğardı
görünmez dağların arkasından
eski gülümsemeni beyhude arardım
o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
çok değişmişsin birden tanıyamadım

bir çay içer misin yoksa kahve mi
kibritim yok demek cıgaraya başladın
ellerin de titriyor bir şeyin mi var
böyle bir kız değildin sen eskiden
sana ne yaptılar sana ne yaptılar
kirpiklerin ıslanıyor durup dururken
o sabah mı çıkmıştın bir gün önce mi
çok değişmişsin birden tanıyamadım

Attila İLHAN

18 Ekim 2010 Pazartesi

*DİVAN-I KEBİR'DEN...



• Kimin gönlünde bu aşktan eser yoksa, o Allahın nazarında çer çöptür, taştır, topraktır.

"Esrar Dede merhum:

"Bir sînede kim nar-ı nnuhabbet eseri yok!
Zulmettedir ol nür-ı Hüdadan haberi yok!"

(Bir gönülde sevgi ateşi, aşk yoksa, o gönül karanlıklarda kalmıştır.
Allahın nurundan haberi yoktur!) diye söylemişlir.

• Aşk taşın gönlünden su fışkırtır. Aşk gönül aynasındaki tozu, toprağı giderir.

17 Ekim 2010 Pazar

*HAYAL BEKÇİSİ


beklenmedik bir fırtınaydı gelişin...
uyandırdın sessizliğimi aysız gecelerde
yaralı bir deniz gibi hıçkırdığını
bir fanus altında sıkışıp kaldığını..
aşkla kenetlenen kalplerimizin..
me`yus olduğunu,bunaldığını
biliyorum,hayal bekçisiyim..
mehtabı arayan karanlıklarda
yağmur yakışmıyorsa..
güvercin gözlerine yakışmıyorsa yağmur
nasıl açabilirim bulutlara derdimi
nasıl geçebilirim mayınlı köprülerden..
sellere karışan ayaklarımla
yığılıp kalıyor en güzel umutlarım
vurgun yemiş denizciler misali
göğsümün katranlı sahillerinde
zifiri saçlarıyla
infazıma ağıt yakan menziller
en salgın boşluğumu akıtıyor üstüme...
ben mehtabı arayan bir hayal bekçisiyim
ben sevda sokağının yoksul çiçekçisiyim
ben kor merdivenlere göklerle tırmanırım
kızgın güneş altında yemyeşil ıslanırım..
ben mehtabı arayan bir hayal bekçisiyim..
ben korsan bir geminin mahzun kürekçisiyim..
ben yaklaşan saati beklerim odalarda
ihtilaller yaparım gözlerine dalar da.....

Nurullah GENÇ

*BEKLENEN


Ne hasta bekler sabahı,
Ne taze ölüyü mezar.
Ne de şeytan, bir günahı,
Seni beklediğim kadar.

Geçti istemem gelmeni,
Yokluğunda buldum seni;
Bırak vehmimde gölgeni,
Gelme, artık neye yarar?

Necip Fazıl KISAKÜREK

*YÂR


Bence,
Hayat, baştan başa
Sürprizlerle dolu karelerin
Siyah beyaz çizilen
Bir büyük bulmacası.

Her soruda bir şey var,
Her bir şeyde bir soru.
Kimi rahat bir nefes
Kimi gösterir zoru.
Aslında işin tuhafı
Bilmek istediklerim de
Bildiklerim kadar çok
Kısacası her şey sanki bir rüya
Bir var, bir yok…

Sana gelince güzelim,
Yaşlı genç ömrümün has bahçelerinde
Kırık dökük bitmemiş şiirlerimde
Ve bütün çıkmaz sokaklarımda
Hep sen varsın.
Çünkü sen,
Kara kışımda bahar
Ekmeğimde tatsın.

Hâl böyle olunca,
Hiç bıkmadan yıllarca
Gönlüm dilimle dost olup
Her nefeste adım adım
İster ki sana varsın.
Çünkü sen,
Gerçekten bir varsın,
Bir... yârsın.
Yâr.

Mehmet Hayati ÖZKAYA
ÇEAŞ Anadolu Lisesi T.D.Edb.Öğr
Çukurova-ADANA

16 Ekim 2010 Cumartesi

*ADAM GİBİ


Ben seni hiç sevmedim ki,
Yorgun akşamlarda söylediğimiz şarkıları sevdim.
Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim.
Bir de yıldızları sevdim,
Eylül akşamlarında gelip gözlerinde durdular.
Ben seni hiç sevmedim ki...

Beni yola koyduğunda ayrılmayı sevdim,
Kurşunları sevdim beni vurduğunda.
Ağlamayı sevdim unuttuğunda.
Yalnız olduğumu anladığımda
Ayakta kalmamı sevdim...
Yıkılmamı sevdim seni her hatırladığımda...
Ekmeği sever gibi sevdim sensizliği.
Su gibi özledim temmuz güneşinde sesini.
İkindide yağmur gibi,
Geceleyin rüzgar gibi sevdim seni sevdiğimi.
Ben seni hiç sevmedim ki...

Kuşlara şarkılar öğretmeni sevdim
Menekşeyle konuşmanı,
Nisanı hatırlatmanı,
Baharın bir adının da yalnızlık olmadığını.
Düştüğüm zaman kanayan yanlarımı,
Ve tuhaflığımı üşüdüğüm zaman.
Sakız satan çocukları,
Yeni çıkan şarkıları,
Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim...
Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe
Ben yangını sevdim.
Yandığım zaman böyle işte
Ben seni hiç sevmedim ki...

Bir gece bir ceylan indi dağdan kalbine,
Bir gece bir şiir gibi kibrit alevinde,
Alemin ortasında, kimsesizliğin sesinde.
Buğusunda sabahın,
Acımasızlığında bir ahın,
Ağlayan yüzünde İsa'nın,
Ferahlatan gücüyle duanın,
Korkutan yanıyla narın...

İncirin, zeytinin ve kalbin üstüne,
Gülün üstüne,
Tutunduğum umudun üstüne,
Korkunun üstüne,
Senin üstüne,
Hepsinin üstüne,
Hep senin üstüne,
Ben seni hiç sevmedim ki...

Gittiğin zaman,
Gitmeni sevdim.
Evreni sevdim geldiğin zaman
Kalmanı sevmedim...
Korkuyordum sana alışmaktan.
Yine de sevdim gülümsemeyi,
Mendilimi sallarken seni götüren trenin arkasından.
Kırlara ilk kar düştüğü zaman,
Ölümünün ne güzel olduğunu sevdim,
Seni içimde öldürdüğüm zaman...
Ben seni hiç sevmedim ki.
Yorgun akşamlarda söylediğimiz şarkıları sevdim.
Bir çiçeğe gülmeni, bir güle benzemeni sevdim
Bir de yıldızları sevdim,
Eylül akşamlarında gelip gözlerinde durdular...
Ben seni hiç sevmedim ki,
Kuşlara şarkılar öğretmeni sevdim.
Menekşeyle konuşmanı, nisana hatırlatmanı,
Baharın bir adının da yalnızlık olmalığını.
Düştüğüm zaman kanayan yanlarımı,
Ve tuhaflığımı üşüdüğüm zaman.
Sakız satan çocukları, yeni çıkan şarkıları,
Her kaybettiğinde kazanan yanlarını sevdim.
Denize düşmüş gül gibi düştüm ateşe,
Ben yangını sevdim,
Yandığım zaman böyle işte...
Ben seni hiç sevmedim ki.
Ben sevdim mi,
Adam gibi severim...

Tayfun BIÇAK

http://www.celaliboylu1.blogspot.com/

15 Ekim 2010 Cuma

*EY GÖZLERİ DÜŞ RENGİ


Ne söylersen onu yapıyorum elimde değil verdiğin güle
dokunmamak
gözlerin neredeyse bedenim orada oluşuyor yeniden
rüzgârların eğilip kulağıma fısıldadıkları oluyor söylediklerin
dilim tutuluyor sanki buruk bir yemiş tatmışçasına
sessiz bir başına yokolarak yeniden yaşıyorum yanında
hiçliğin tadına bakıyorum
varlığını biraz biraz duydukça
bedenim bedenine kapanıyor yavaşça
sırtında büyük sırmalı bir harmaniyle karşılıyorsun beni

bir bulut gelir hani kanatları yağmur rengidir
uzun yol yorgunudur sonra başka türlü
bir yüzdür gökyüzü
onu yaşıyorum yanında
kış sabahının açmış tüm çiçekleri elinde
elimde değil senin yanında ırmakların sesini dinlememek
birden bire allak bullak oluyorum gelişinle
kollarımdan uç veren zeytin dalları
ipek bir sedire yatırıyorum duygularımı
seni ey yağmur kaçkını
sabah yeli tadı
sen güneşin ışıkdamlası ayışığı dansı
sen geceyarısı beyazı
kasırgada deniz denli tutkunu olduğum sen
yemişlerin zehir tadı
evrenim tuzum dağyelim
yaşamım
ve yanıbaşımda soluk alıp veren deniz gibi sen.

14 Ekim 2010 Perşembe

*SEN BİLEMEZSİN


Sen bilemezsin geceyi..
Geceleri sokak lambaları altında oturan yalnızlıkları..
Kaç gece sana dağlardan şarkılarını yolladı rüzgarlarla?
Sen,kaç geceye dost oldun..
kaç saat dayanabildin ona ..
kıvrıldığın yerde uykuya mı daldın hep…?

Sen bilemezsin yalnızlığı…
Hiç ses duymadığın bir yalnızlık yasadın mı?
sen kaç yalnızlığa dost oldun..
kaç saat dayanabildin ona..
yüzüne kaç kapı kapayıp kaçtın yalnızlıkların…?.

Sen bilemezsin ağlamayı…
Gözlerin dolduğu anları ağlamaktan miı sayıyorsun hala?
Sen,kaç kez bir basına ağladın..
kaç saat dayanabildin gözyaşlarına..
Ellerinle yüzünü kapatıp,kendinden mi sakladın hıçkırıklarını…?

Sen bilemezsin içmeyi…
Şişenin dibini bulduğun an midir sana göre içmek?
Sen kaç kez,şarap tadında buruk şarkılar söyledin..
kaç saat dayanabildin sarhoşluğuna..
Kadehini aklındakilerle mi yoksa yüreğindekilerle mi içtin…?

Sen bilemezsin sevmeyi…
sevgi dediğin sadece seni sevenleri mi sevmek?
kaç vakit ayırabildin sevmeye..
Sadece severek kaç vakit dayanabildin..
İçinde öldürdüğün sevgilerin sahipleri nerede!
Kaç kalpten ceketini alıp cıktın şimdiye dek…?

Aysen AYAS

13 Ekim 2010 Çarşamba

*DOSTLARI OLMALI İNSANIN


dostları olmalı insanın,
aynen gemilerin limanları gibi
zaman zaman uğradığın
yükünü boşalttığın
dalgalar dininceye kadar beklediğin koynunda

sonra açık denizlere uğurlamalı seni,
geri döneceğin günü bekleme umuduyla
bazan rüzgara o açmalı yelkenini
yanağına konan bir öpücüğün coşkusuyla
halatlarını çözmeli
seni çok
ama çok özlemeli

dostları olmalı insanın,
ermiş, bilge hayatı ezbere okuyabilen
düşünmediklerini düşündüren
seni bir cambaz ipinde güvenle tutabilen
gerektiğinde senin’çün ateşi yutabilen

yolunu ışıtan ustan olmalı,
şekillendirmeyi öğretmeli hayatın çömleğini
sana vermeli soğuk bir kış gününde
üzerindeki tek gömleğini

Oğuzkan BÖLÜKBAŞI

*ŞAH BEYİTLER-68


Tapuñla ögrenen kimse tahammül kılsa hicrüñden
Degüldür âdemî v’Allah ko gitsün degme hayvânı
ŞEYHOĞLU


"Yanında bulunmaya alışan kimse ayrılığına dayanabiliyorsa
vallahi adam değildir; hayvanı koy gitsin,elleme."

12 Ekim 2010 Salı

*MUM ALEVİ İLE OYNAYAN KEDİNİN ÖYKÜSÜ



Bir mum yanıyordu bir evin bir odasında
O evde bir de kedi vardı.
Geceler indiğinde kendi havasında
Mum yanar, kedi de oynardı.

Mumun yandığı gecelerden birinde
Kedi oyunlarına daldı.
Oyun arayan gözlerinde
Mumun alevi yandı,
Baktı,
Mumun titrek alevinde
Oyuna çağıran bir hava vardı.

Oyunlarını büyüten kedi büyüdü
Kendi türünde çocukcasına,
Döndü dolaştı, yavaş yavaş yürüdü
Geldi mumun yanına, oyuncakcasına.
Bir baktı, bir daha, bir daha baktı
Mumun alevinin dalgalanmasına
Uzandı bir el attı.
Bıyıklarını yaktırmadan anlamayacaktı..
İlk kez gördüğü mumun yakmasına
İnanmayacaktı.

Kedi, oyunlarında büyüyordu,
Mum, üşüyordu yanmalarında.
Zaman ikili yürüyordu
Aralarında.
Bir ayrışım görünüyordu
Birinin yanmalarında
Öbürünün oynamalarında.

Kedi oyunlarında büyüyordu,
Yitirerek gitgide oyunlarını.
Mum küçülüyordu yanmalarında,
Yitirerek gitgide yakmalarını.

Oynarken büyüyen kedi yanacak,
Aydınlatırken küçülen mum yakacaktı.
Küçülen yaka-yaka aydınlatacak,
Büyüyen yana yana anlayacaktı.

Bir mum yanmasından
Ve bir kedi oyunundan
Kaldı sonunda
Bir gecenin tam ortasında
Bir evin bir odasında
Göz-göze susan
İki insan.

Mum yandı bitti,
Kedi büyüdü gitti.
Oyunlar karıştı gecelerde
Suskun uykusuzluklara.

O iki insandan, sonunda
Birinin anılarında kedi,
Birinin dalmalarında mum
Kaldı gitti.

Nerede bir mum yansa şimdi,
Nerede oynasa bir kedi,
Birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri..
Bugün dün gibi oluyor,
Dün bugün gibi.
Mum ellerimi tırmalıyor,
Belleğimi yakıyor kedinin elleri.

Özdemir ASAF

http://www.celaliboylu1.blogspot.com/

10 Ekim 2010 Pazar

*BEN GENE SANA VURGUNUM(ESKİSİ GİBİ)


Seneler sürer her günüm,
Yalnız gitmekten yorgunum;
Zannetme sana dargınım,
Ben gene sana vurgunum.

Başkalarına gülsem de,
Senden uzakta kalsam da,
Sevmediğini bilsem de
Ben gene sana vurgunum.

Dağları aşınca başım,
Geri kaldı her yoldaşım,
Gel sevgilim, gel kardaşım,
Ben gene sana vurgunum.

Gönlüm seninkine yardı,
Aynı şeyleri duyardı;
Ayaklarımız uyardı...
Ben gene sana vurgunum.

Sabahattin ALİ

8 Ekim 2010 Cuma

*GENÇLİĞİM UZAKLARDA


Şimdi çok uzaklardadır gençliğim
Çok uzaktadır dudağımın aşkla titremesi
Çok uzaktadır solgun evlerin endişesi
penceresini unuttuğum odadaki resim
yıldız aydınlığı ve mavi karanlık
Fırat’ın koynuna bıraktığım düşsel yalnızlık
sesime kavuştuğum an
kardeşimin bileğine düşen kan
Çıplak ayak
ıslak toprak üzerinde çılgınca koşarak
kendimi mevsimlerin efendisine adayışım
Çok uzaktadır onyedi yaşım

Çok uzaktadır başımda esen kavak yeli
kış günü koynuna düştüğüm bahar
böğürtlen tadında sevdalar
ilk düş ilk sıcak ağrı
deli kanımın gövdemi yakan isyanı
ilk kopuş ilk kaçamak ilk vurgun seli

Çok uzaklardadır şimdi
gül tadında söylenen şarkılar
geride kaldı ardından ağıt yakmadığım atlılar

Sıcak bir duruştur sonbaharda
dingin bir solukla hayatıma giren yar
Çok uzaktır bana intizar
Gençliğim çok uzaklarda

Babür PINAR

*HİÇ KİMSE SEN DEĞİL



"Akşam bütün esmerliğiyle çökünce kentin üstüne,
 Kaldırımlardaki ayak sesindir.
 Herkes sensin biraz ;ama hiç kimse"Sen değil"

E.PEKER

7 Ekim 2010 Perşembe

*116. SONE


Gerçekten seven gönüller arasına engel giremez bence,
Değişen her duruma uyup da kedi de değişen aşka,
Aşk demem ben asla, ya da ötekini yüz çevirir görünce,
Kendisi de hemen yüz çevirmeye kalkan aşka !
O hiç yerinden oynamaz bir işarettir,
Fırtınalara göğüs gerer, sarsılma nedir bilmez,
Yolunu şaşırmış her tekenenin kılavuz yıldızıdır,
Yüksekliği ölçülse de , değerini bilen olmaz,
Zamanın maskarası değildir aşk, al dudaklarla yanakları,
Alıp götürebilir elbet zaman,orağını savurduğunda
Ama aşkı etkilemez onun kısacık saatleri ile haftaları,
Sonsuzluğun eşiğine de dayanır o Zaman karşısında,

Yanlışım varsa eğer ve kanıtlayabilen olursa bana,
Hiç yazmamışım demek ve seven olmamışım bu dünyada.

SHAKKESPEARE