30 Nisan 2011 Cumartesi

*DEDİM: DİLBER HUB AÇILMIŞ



Dedim: Dilber hub açılmış
Dedi: Güldür yanağımda
Dedim: Anber mi saçılmış
Dedi: Terdir dudağımda

Dedim: Yüze çekme perde
Dedi: Uğramışım derde
Dedim: Ab-ı kevser nerde
Dedi: Damlar dudağımda

Dedim: Muhibbi yem bilür
Dedi: Halvet kılsak n'olur
Dedim: Korkam uykum gelür
Dedi: Baş koy kucağıma

MUHİBBİ

*BİÇÂRE BİR AŞIK


Ayaklar altında çiğnendik kaldık
Bize yol demez de ya ne söylerler
Her emrine yârın itâat kıldık
Bize kul demez de ya ne söylerler

Bi-çâre bir âşık nâmu şânımız
Göklere yükseldi gök dumanımız
Yanmış harâb olmuş hânumânımız
Bize kül demez de ya ne söylerler

Bakmayıp dost için cân u başına
Meydânına geldik cân savaşına
Bakınca vechine hilâl kaşına
Bize öl demez de ya ne söylerler

Hulûsi rakîbler etse de bühtân
Yolundan kalır mı hakîkî kervân
O yârın yolunda verip baş u cân
Bize yol demez de ya ne söylerler

Ahmet YILDIZ

*KİTABIM ARTIK

Yorgunum, bitkinim, bitabım artık,
Belâgatli değil hitabım artık,
Her sayfamda hatta her satırımda
Yazılısın, cilt cilt kitabım artık...

Cemal SAFİ

29 Nisan 2011 Cuma

*MOR MENEKŞE, AÇ DOSTLAR VE ALTIN GÖZLÜ ÇOCUK


Abe şair,
bizim de bir çift sözümüz var
«aşka dair.»
O meretten biz de çakarız
biraz..

Deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti yaz
sarı
tahta vagonları
ter, tütün ve ot kokan
bir tren gibi.
Halbuki ben
istiyordum ki gelsin o
kırmızı bakır bakracında bana
sıcak süt getiren gibi...
Fakat neylersin,
yaz böyle gelmedi,
yaz böyle gelmiyor,
böyle gelmiyor, hay anasını... şey!..

EEEEEEEEEY...
kızım, annem, karım, kardeşim
sen
başında güneşler esen
altın gözlü çocuk,
altın gözlü çocuğum benim;
deli çığlıklar atıp avaz avaz
burnumun dibinden gelip geçti de yaz,
ben, bir demet mor menekşe olsun
getiremedim
sana!
Ne haltedek,
dostların karnı açtı
kıydık menekşe parasına!

Nazım Hikmet RAN-1930

*GÖNDER


Beklerim selamın seher zamanı
Ilgıt ılgıt esen yel ile gönder
Engel olur ise dağlar dumanı
Mektupla geç kalır tel ile gönder

Aşk ateşi gül sinende coşarsa
Firkat gelir ela gözler yaşarsa
Irmak kenarına yolun düşerse
Bırak boz bulanık sel ile gönder

Selviye benzersin dallar içinde
Herkes seni söyler diller içinde
Eğer dolaşırsan güller içinde
Kopar yaprağını dal ile gönder

Ateşlere yakma Mahmut Erdal'ı
Tükendi takatı kalmadı hali
Kulağım haberde gözletme yolu
Ağızdan ağıza dil ile gönder

Mahmut ERDAL

27 Nisan 2011 Çarşamba

*KUŞ HATIRALARI



Benim çocukluğumda soframıza kuşlar konar
rüyalarımıza melekler uğrardı.
Kapımızdan yoğurtçu
bahçemizden ishakkuşu
kalbimizden yeni çıkan şarkılar geçerdi.

kışın bir sobamız olurdu
sobanın yanında kedimiz
kedinin önünde yün yumağı
bir Hayat Bilgisi fotoğrafı gibiydik.

Yerli malı kullanan
yurdunun üç tarafı denizlerle çevrili
kuru incir üzüm fındık
tütün çay narenciye kavun-karpuz yetiştiren
kuru üzüm inciri satan
karşılığında
çamaşır makinesi radyo ve otomobil alan
bir toprağın fertleri...
Biraz yoksul biraz mütevekkil
biraz mahcup biraz kırılgan
biraz naif ama hep umutlu...

Özlerdik.
Memleketteki halamızı
ince doğranmış bir dilim pastırmayı
yurttan sesler korosunu
akşam komşuluklarını
radyo tiyatrolarını
sabah ezanını
kalaycıyı bozacıyı
münir nurettin şarkılarını
orhan boran yarışmalarını
kandil gecelerini
duvarlarımızın sarmaşıklarını
bakkalımızın utana sıkıla veresiye hatırlatmalarını
okul önü kozhelvalarını
akşam oturmalarını
ve hayatı...

Top oynardık
ip atlar kedi kovalar
taşlarla birbirimizin başını yarar
mahalle savaşları çıkarır
gece olunca da tutar babalamızın elinden
yazlık sinemaya gider
Sadri Alışık Vahi Öz
Belgin Doruk Cüneyt Arkın seyreder
Olimpos gazozlar içer
güler eğlenir bağırır çağırır
dönerken yıldızları sayardık.
Sıkı çocuklardık.

Hepimizin birer yıldızı vardı
onlara isim takardık
onlar da bize isim takardı
pus ve dumandan önce bu şehrin
geceleri gözkırpan ve isimler takılan yıldızları vardı.

Benim yıldızıma Mehlika adını vermiştik
biz kimseden yana değildik.

Kimsenin de kendinden yana olmasını istediği birileri
olmazdı.
Bir değirmendeydik
öğütülen
öğütülürken türküler söyleyen
buğday başaklarına benziyorduk.
Ben
çorbalardan tarhanayı
yemeklerden kurufasulyayı
sigaralardan harmanı
belki bunun için çok sevdim.

Yollar bozuk musluklar bozuk
ziller bozuk paralar bozuk
ama adamlar sağlamdı.

Bu şehrin yıldızları vardı.
Saçlarına kurdelalar takan
çivitle yıkanmış beyaz çoraplarına
leke bulaşmasın diye su birikintilerinden sakınan
gözleri önlerinde
yürekleri ve beslenme çantaları ellerinde
küçük çocukları vardı bu şehrin
bu şehrin yıldızları vardı.

Ben Fenerbahçeyi amcam Vefayı tutardı.
Konya tahıl ambarı Mersin muz cennetiydi.
Taksim'den Fatih'e troleybus kalkar
Şişhane'de mutlak raydan çıkardı.
Vallahi hayat zor ve fakat çok matraktı.

Muammer Karaca adına bir tiyatro binası yoktu
bizzat kendisi vardı.

Başımız ağrırdı komşumuz vardı
gönlümüz daralırdı komşumuz vardı
Çorbamızı umutlarımızı
memleket kadar kalbimizi paylaştığımız komşularımız
vardı.

Geceleri bekçimiz
gündüzleri sütçümüz
bizim kadar zayıf da olsa
nohuta makarnaya alışmış da olsa
Sarman adında bir kedimiz
ceperimizde kırık misketlerimiz
çamur bulaşığı ellerimiz
ve gülümseyen bir yüzümüz
göstermekten utanmayacağımız bir içimiz
bir araya gelerek çektirebileceğimiz
bir aile fotağrafımız vardı.

Bir sabah bütün iyi şeylerin
Ayvansaray iskelesinden
hayal ülkesine doğru demir alan
bir şirket-i hayriyye vapuru gibi
aramızdan ayrıldığını gördük.
Sonra Ayvansaray'ın suları çekildiğini yazdı
gazeteler
Süheyla hanımın Raci beyin
Melahat mehveş ablanın
Niko'nun Ercüment efendinin çekildiğini ise
yazmadılar nedense
Ama yok ama yoklar.

Ne harman sigarası kaldı geriye
ne olimpos gazozu
ne Sadri alışık.

Kalan bir tortuydu belki.

Belki kırık bir rüya denizi
belki suya düşürdüğümüz suretimizin
cep aynamıza nüktedan bir yansımasıydı herşey.
Herşey Maltepe sigarasının
her arandığında
her bakkalda bulunabilmesi ile
büyüsünü kaybetmişti belki de.

belki de biz bir rüya mı görmüştük?

Hadi hepsi yalandı.
Hadi hepsi hayaldi.
Hadi hepsini ben uydurmuştum
Ama rüyalarımızın melekleri
ve sofralarımızın daim konukları kuşlar?
Ya onlar?
Onları siz de görmediniz mi?
Sizin de sofranıza konup
rüyalarınıza uğramadılar mı?
Onlar da mı yalandı?

İbrahim SADRİ

26 Nisan 2011 Salı

*DÜŞ VE DUA


yağmura, nisana ve yaşıma aldanıp
uçurumları kıyı sanarak
ve dağlar erişilmeyince acı verir
sözünü unutarak
kaf dağına gitmek istedim

ırmak inadıyla yürüdüm uzaklara
bir derviş olup yürüdüm uzaklara

yanıldı denektaşım geriye döndüm
Kutsal Sözler Panayırı`na sığınıp
ipeksi bir sessizliğe büründüm:

bir hayat, mahçup ve duru
Tanrım, gülleri
ve sessiz harfleri koru

İbrahim TENEKECİ

*ELLERİMİ BULSAYDIN


Bu vapur kalkar birazdan
Kalkıp gidemeyen bir ben
Martıların götürüp getirdiği
Bu vapur kalkar birazdan

Kar soğuklarında iskele
Aşıklara savunmasız durur
Kalbime romatizma vurur
Bu vapur kalkar birazdan

Bu vapur kalkar birazdan
Kederimi yüklenip gitmez
Bir yangındır ki ansızın
Aşk başladığı gibi bitmez

Bu vapur seni götürür
Palamarı kalbime geçer
Kadıköy kaç adımlık yer
Bu uzaklık beni öldürür

Beni denizlere alsaydın
Belki çocukluğum biterdi
Sen ellerimi bulsaydın
Bu vapur yine giderdi.

Nevzat ÇELİK

25 Nisan 2011 Pazartesi

*ŞAH BEYİTLER-75


 
Ney gibi delindi ciğerüm ışkun elinden
Her dem iderem âh ü figaan yandum elünden

AHMET PAŞA

“Sevgili; ciğerim, aşkının elinden ney gibi delindi.
Bu acıdan dolayı her an ah çeker, figan ederim. Yandım elinden.”

Tasavvuf izlerinin hâkim olduğu bu beyiti anlayabilmek için ney hakkında bazı açıklamalar yapmak gereklidir:
Mevlânâ’nın eserlerinde geçen ney aslında “insan-ı kâmil”i temsil etmektedir. Sazlıktaki bir kamışın ney hâline gelene kadar geçirdiği devreler insanın olgunlaşmasını yani “Hamdım, piştim, yandım.” basamaklarını ifade eder.

Sazlık içindeki kamışlar arasından çıkarılan ney usta bir el tarafından usulüne uygun şekilde kesilir. İçi boşaltılıp kurutulur. Daha sonra ateşle delinerek baş ve son kısmına demir boğumlar yerleştirilir. Bir müddet bu hâlde bekletildikten sonra ney; neyzenin nefesinden üflenen nefha ile dinleyenlerin kalbî seviyelerine göre güzel sesler hayret ve hikmetler yaymaya başlar.

İnsan da kemal (olgunluk) yolunda hep bu aşamalardan geçer. İnsan-ı kâmiller(olgun insanlar) diğer insanlar arasından belli kıstaslarla seçilirler. Nitekim peygamberlerin en büyük özelliklerinden birisi onların «seçilmiş» olmalarıdır. Daha sonra çeşitli terbiye yöntemleriyle onun içi geçici dünyevî bağ ve endişelerden boşaltılır. Takip edilmesi gereken sabır yolunun zorluğu tecrübe ve imtihanlarıyla karşılaşır ve bunların sonucunda olgunlaşır.

İnsanlarla ortak kaderi paylaşan ney’in ortaya çıkışı ve onlar tarafından keşfedilişi hakkında Mevlevî kaynaklarda şu hikâye aktarılır:

Peygamber Efendimiz Allâh’ın kendisine ihsan ettiği esrar ve hikmet denizinden bir damlasını ilmin kapısı Hazret-i Ali’ye de emânet eder ve:

“–Bu sırları sakın ifşâ etme(açıklama)!” diye sıkı sıkı tenbihler.

Hz. Ali kendisine verilen bu emânete tahammül edemez altında iki büklüm olur. Çöllere düşer. İçinde sakladığı sırrı bir kör kuyuya döker. Zaman gelir kuyu suyla dolup taşar. Kuyudan taşan bu sular çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirir ve burada kamışlar biter. Bu sazlığın rüzgârda hoş nağmeler çıkardığını fark eden bir çoban bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar; fakat ney’den çıkan bu ses o kadar içli ve yanıktır ki herkes bu sesin derin duygulu ve yakıcı nağmelerine tutulur. Onunla ağlar onunla gülmeye başlar. Çobanın ünü kısa zamanda yayılır ve Arap kabileleri bu çobanı dinlemek için etrafında toplanmaya başlarlar.
İşte ney ile olgun bir insan arasındaki ilişki ney’in geçirmiş olduğu aşamalarla(Hamdım, piştim, yandım.) ilgilidir. Âşık da bu beyitte bir ney gibi her türlü aşamadan geçtiğini, olgunlaştığını dile getirmektedir. Âşığın da ney’in de içleri oyulmuş, bağırları kor ateşle dağlanmıştır. Nasıl ki ney üflendiğinde bu acıyı en etkili biçimde ortaya koyuyorsa; âşıktaki acının, feryadın ifadesi de aynıdır.

Yorumlayan: İbrahim Cemal TORUN
Özel Adana Gündoğdu Koleji
Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

23 Nisan 2011 Cumartesi

*EN İÇTEN BAYRAM KUTLAMASI

Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı'nı kutladığımız bu haftada Adapazarı'nda bir çocuğun Atatürk Heykeli ne tırmanıp Ata'sını öpmesi ve okşaması  bazılarına ders verir nitelikteydi. Hiç bir şeyin, bu çocuğun içten gelen en saf, en temiz sevgi gösterisi kadar Atatürk'ü anlatmaya yeteceğini düşünmüyorum...
BAYRAMIN KUTLU OLSUN ÇOCUK.

22 Nisan 2011 Cuma

*AŞK DEDİĞİN MAHREMDİR



Leyla’ya sormuşlardı hani bir gün,
"Sen mi Kays’ı daha çok sevdin; yoksa o mu seni?"diye.
"Elbette ben onu daha çok sevdim!" demişti Leyla,
Kays adını duyar duymaz gözünden yaşlar boşanarak, "Elbette ben onu daha çok sevdim!"
"Nedir delilin, nasıl ispat edersin onu daha çok sevdiğini, üstelik o senin için çılgınlığa varmış, aklını yitirmiş mecnun olmuşken?" O vakit Leyla ağlayarak:

"Dostlar!.."demişti, "sırdır ki gizli gerektir sevgilinin adını dile düşürmek hakikatte ayıptır. Kays bir dağ delisi gibi davrandı, gitti sahralarda çöllerde aşkımız ona buna anlattı, ben kimseciklerle paylaşmadım onun sevgisini, içimde büyüttüm, büyüttüm, büyüttüm… Budur ki benim onu daha çok sevdiğime delildir.“

- Mecnun kime anlattı aşkını Haminneciğim?
-Kurtlara, kuşlara, dilşeker’im, yalnızca ağzı var dili yok kurtlara kuşlara. Buna rağmen sırlarına halel geldi, sevdaları dillere düştü, şiirlere nakış oldu.

Sevgi dediğin, aşk dediğin mahremdir, dile getirmek mahremine halel getirmektir.

İskender PALA- "Aşkname"

*EBEDİYETE KADAR

Ressam: Mine ERDİNİ

Heybeliada'daki Deniz Okulu'ndan mezun olan İsmail Türe, kendi gibi Gelibolulu olan bir genç kıza kaptırır gönlünü. İki sevgili parmaklarına nişan yüzüğü taksalar da, birbirlerini çok seyrek görmektedirler.

İsmail Türe denizaltıda muhabere subayı olarak görevlidir çünkü. Üsteğmenin aklına harika bir fikir gelir; nişanlısına ışıklı mors alfabesini öğretecek, Çanakkale'den geçiş yapacakları geceyi planlı olduğu için önceden bildirecek ve böylelikle haberleşeceklerdir!..

Boğazı yüzeyden geçmekte olan denizaltının kulesindeki denizciler sigara içmekte, sohbet etmektedirler. Aralarından birinin heyecanlı olduğu her halinden belli olmaktadır. Gelibolu kıyılarına geldiklerinde, karanlık içindeki evlerden birinden bir el fenerinin yanıp söndüğü görülür:
“Seni seviyorum”... Arkadaşları gülümseyerek İsmail Türe'ye bakarlarken, genç aşık elindeki fenerle sevgilisine karşılık vermektedir...

Bu olaydan sonra iki sevgilinin aşkı düşmez olur denizaltıcıların dillerinden. Herkes, haberleşmek için kurulan ışık yolunu konuşur. Arkadaşları "Evlen şu kızla da, buralardan her geçişimizde selamlaşmayı bırak artık” diye takılırlar İsmail Türe'ye.

Denizaltının üstünün ve altının bir olduğu yağmurlu günlerde bile, Çanakkale Boğazı'ndan geçilirken, elindeki fenerle aşk nöbeti tutan yakışıklı denizci gözünü bir an olsun ayırmaz Gelibolu kıyılarından.

Yine bir gün, yirmiyedi yaşındaki Üsteğmen, Çanakkale'den geçecekleri gün ve saati, denizaltının uğradığı bir limandan telefonla haber verir nişanlısına.

Ege Denizi'nden Boğaz'a giriş yapacaklarını ve en öndeki denizaltının kulesinde olacağını bildirir. Genç kızın gözüne her zaman olduğu gibi, o gece de uyku girmez. Büyük bir sabırla pencerenin önünde oturmakta ve gözünü hiç kırpmadan denize bakmaktadır. Fenerine yeni pil almış olsa da, arada bir yanıp yanmadığını kontrol eder yine de...

Birden, dev bir karartı belirir suyun üstünde. Güneyden gelen bir denizaltı, penceresinin görüş sahasına girmiştir ...
Genç kız pencereyi açar ve gecenin karanlığına uzattığı elleriyle feneri yakıp söndürür.

“Seni Seviyorum...”
Kulede bulunan denizaltının komutanı Bahri Kunt işareti görünce gülümser:
“Hay Allah, bu kız denizaltıları şaşırdı. Nişanlısının denizaltısı bizim önümüzdeydi...”

Bir anlık tereddütten sonra Birinci İnönü denizaltısının komutanı Bahri Kunt, yanıt gönderilmezse genç kızın telaşlanacağını düşünerek,karşılık verilmesini emreder.

Yanındakilerin “Ne diyelim komutanım?” diye sorması üzerine de şunları söyler: "ebediyete kadar..."

O gece, Üsteğmen İsmail Türe'nin görev yaptığı Dumlupınar, Çanakkale Boğazı'na giriş yapan ilk denizaltı olmuştur. Ama, Gelibolu kıyılarına gelmeden, Nara Burnu açıklarında İsveç bandıralı “Naboland” adlı gemi tarafından çiğnenmekten kaçamamış ve yaralı bir balina gibi acı dolu sesler çıkararak, Çanakkale'nin karanlık sularında kaybolmuştur.

Her şey bir kaç dakika içinde gerçekleştiğinden, arkadan gelmekte olan Birinci İnönü denizaltısı Dumlupınar'a çarpan geminin yanından habersizce geçerek, Gelibolu'ya ulaşan ilk denizaltı olur.

Genç kız, nişanlısından haber almanın huzuru içinde başını yastığa koyduğunda, genç denizci çoktan dalmıştır "Ebediyete kadar" sürecek olan uykusuna!..

Sunay AKIN

*BENİ DE GÖTÜR İSTANBUL'A


Beni de götür İstanbul’a

İçinde bir yerlerde...
Yüreğinde, kuytu bir köşede.
Sırlar çekmecesinde
Sadece sen bil, orada olduğumu
İşlemeli bir mendilin arasında durduğumu.

Otobüste bir kaçak yolcu olayım
Bavullara, çantalara bakarlar en fazla
İçine... yüreğine bakmayı kim akıl edecek?
Hem baksalar da ne fark edecek?
Ben içindeki sevdanın adıyım
Kaç göz,
Kaç yürek var
Sevdayı görmeyi becerebilecek?

Beni de götür İstanbul’a

Yormam seni
Yük olmam.
Sen hazırlanırken aynanın karşısında
İnan hiç ses çıkarmam.
Ben senin içinden
Gözlerine bakıp, yine sana akarım.
Kafanı karıştırmam
Kararsızlıklarına tebessümle bakarım.
"Açık mı bırakayım saçları mı?
Topuz mu yapayım?
Yoksa arkadan toplasam mı?"
Açık olsun derim.
Sessiz kelimelerle.
Sen duymazsın...
Saçlarını öylece,
Saçlarının kumral akışına bırakırsın...

Bavuluna çok da bir şeyler koyma bence
Bir parça boşluk kalsın
Geride kalan eşyaların gidenleri kıskansın.
İçin benimle öyle dolu ki...
İstanbul dönüşü anılar için yer bulamazsın belki.

Beni de götür İstanbul’a

Yaşam denen
Bu uzun bu tekil yolcukta
Yaşama inat
İki kişilik tekil adımlarla yürü
İstanbul’un sokaklarında.
Yaşam, yalnızlardan oluşan kalabalıklardaki
Bir yalnız sansın seni de.
Sen, küçük alaycı bir gülüş gönder
Yaşamın sokaklarına.
Yaşamın kafasını karıştıralım
"Biz" adında iki yalnız olalım.

Beni de götür İstanbul’a

Tek kişilik jetonla
İki kişi binelim Kadıköy vapuruna.
Yukarı çık lütfen
Saçlarının rüzgarla en kolay buluşabileceği
Bir yerde dur.
Rüzgar saçlarının kokusunu taşısın İstanbul’a
Martıları deli etsin!
Dinle... duyuyor musun?
Çığlık çığlığa uçuşuyor martılar.
Bildik bir koku bu...
Özledikleri... acıktıkları bir koku...
Belli... öğrenememişler beklemeyi...
Özlemişler delice
Saçının kokusunda uçuşarak
Rüzgarla dans etmeyi!..

Beni de götür İstanbul’a

Ortaköy’de şarap iç
Banklarda...
Hemen oracıkta, büfelerin birinden alınmış
Kırmızı... ucuz bir şarap...
Onu da mutlu etmek için.
Bir başkası alsa yine ucuz kalacak
Şimdi senin dudaklarına dokunacak
İçinden içime akacak...
Aşka bulanacak... öyle anlam bulacak...

İçindeyim...
Yormam dedim ama
İşte rahat durmuyorum bir türlü
Sen, içine saklandığım
Sevda sıcağı bir örtü.
Ama durmuyorum
Bir şeyler isteyip duruyorum!..
İçinde büyüyen bir çocuk gibi...

Beni de götür İstanbul’a

Bir İstanbul gecesinde gökyüzünü
Yüreğinin büyülü ikliminden izlemeyi
Öyle çok isterim ki...

Sen...
Sen en iyisi
İstanbul’a giderken beni de götür içinde...
Senin içinde... yüreğinde...
İstanbul’da dolaşırım.
İstanbul’u senin içinde yaşarım...
Sen, içinde benimle İstanbul’a gelince... bir gün...
Seni ben karşılarım!...

Esat SELIŞIK

21 Nisan 2011 Perşembe

*ATATÜRK DİYOR Kİ:


“Küçük hanımlar, küçük beyler!

Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı ve ikbal ışığısınız. Memleketi asıl ışığa boğacak olan sizsiniz. Kendinizin ne kadar önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şey bekliyoruz.”

*AŞK


Aşk gözlerin başladığı değil ,
Sözlerin tükendiği yerdedir .
Ve aşk öyle bir kalptedir ki .
Yokluğunda varmışçasına onu deli gibi sevmektedir .

Melisa GEMİCİ
Özel Adana Gündoğdu Koleji

*GELİNCİKLER



gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda
işi iş kasabanın
su yüzlü çocuğun işi iş
bir de poyraza döndü mü hava
başlar masmavi damarlar fışkırmaya yanaklarından
faytonların turuncu tekerlekleri
yansır gaz tenekeleriyle çevrili bahçelerde
asılı çamaşırlarından bir tutam çivit kokusu alıp gider
gelincikler tek tek göründü mü çayırlarda.

saat onikilerde
postanede mektup yazan adamlara bakar bir semt delisi
durmadan bakar
ki o mektuplar nereye giderse gitsin
öylesine uzundur ki kasaba
gelinciklerden bükülmüş bir ibrişim gibi
gidip gelen mektup zarflarıyla tarif edilebilir ancak
içlerinde kar serpintisi
içlerinde bozkır
içlerinde herkesin bir güneyi olan
ve marangozlar upuzun kayıklar yaparlar bunun için
kesersiz, çivisiz, elsiz
sadece ruhlarından
o kayıkları içinde domates doğranan bir akşamüstünde yüzdürürler
canlanır suya değince hemen
bordalarındaki nakışlar
bir derya gülü alıp başını gider.

yeter ki görünsün gelincikler
önce tek tek görünsün sonra topluca
usta bir doğramacı gibi kırmızılar doğrar kasaba
gelincikler indi mi çayırlardan
su bardaklarına, berber dükkanlarına girdi mi
duvarlara sicimle tutturulmuş şişelere
girdi mi bir kere
-aynaları boğacak neredeyse
-taşlıkları basacak sel gibi
o zaman...
tam o zaman
marangozlar mis gibi rakılar içerek kayıklarında
konuştukça binlerce kayık
konuştukça binlerce köpük, binlerce kıyı olurlar
ve nedense bir vapur bizi alıp götürecekmiş gibi bakarız bir-
birimize
unuturuz sonra alıp başını gitmeyi de
yeter ki iki dudak arasına konsun gelincikler
ipince bir ıslığa yerleştirilsin
türküler süzsün tüveyçlerinden
kahveler eski renklerine boyanır yeniden
biralar ciğ ışıkta bile parlak
yıkanır tertemiz oluncaya kadar yaşamak.

gerçekte bir sevinç, bir mutluluk yok değildir yüreklerimizde
sevgiler umutlar yok değildir
öyleyse neden çabuk küseriz birbirimize
çabuk öfkeleniriz
durup durup böyle hüzünlenmemiz neden
anlamıyoruz da ondan mı yoksa
bir bütün olduğunu mutluluğun
umudun bir bütün olduğunu
seziyor muyuz yalnızca
baktıkça gelincik tarlalarına uzaktan
öyle bir arada güzel
yaşamanın lezzetini
kanımızı tutuşturdukça gün günden
buğusunu saldıkça
bir tütün dumanı gibi yaktıkça genzimizi.

Edip CANSEVER

20 Nisan 2011 Çarşamba

*ŞAH BEYİTLER-74



Bana bir ‘ilm keşf oldı senün hüsnün kitâbında
Ki yüz bin ‘akl ‘âcizdür anun bir fasl-ı bâbında

ADNİ

"Ey sevgili! Senin güzelliğinin kitabında bana bir ilim bulundu.
 Onun bir ön sözünü anlamak için yüz bin akıl bile yetersiz kalır."

Sevgilinin güzelliğini anlayabilmek herkese ait bir yetenek değildir. Şair, bu zor işin yalnızca kendisine verildiğini, yüz binlerce kişinin ön sözünü bile anlamakta aciz kaldığını belirtmiştir.
Sevmek zor iştir. Kimileri sevgi kitabının ön sözünü bile anlayamazken, kimileri de bu zor görevi başarıyla yerine getirir. Şair, diğer âşıklardan kendini üstün tutarak fahriye sanatını çok güzel bir şekilde yerine getiriyor.

Yorumlayan: İbrahim Cemal TORUN
Özel Adana Gündoğdu Koleji Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

19 Nisan 2011 Salı

*TÖREN BATSIN

"14 yaşında töre cinayetine kurban giden Kadriye'den sesleniş"

Kapatmışım gözlerimi dünyanın pisliklerine
Ağlaşmayın başımda öyle yalandan
Koşun karıştırın sandığımı
Çocukluğumdan kalma çiçekli elbisemi
Verin bana.
Kopartın renk renk çiçeklerini
Koyun yüreğimin üstüne.

Ev sabunuyla yıkayın saçlarımı
Köpürtün bedenimi
Arınsın
Kötülerden ,kötülüklerden.
Kaygan bir saten gibi
Çekip alın ruhumu bedenimden.

İstemem kefen mefen
Bırakın güneş sarmalasın beni
Sıcacık.
Hissedemediğim
Anamdan duymadığım
Sıcaklığı duyarcasına.

Üzerime bahar dalları koyun
Çiçekli
İçimde açtıramadığım çiçeklerim için.

Bırakın beni ulu dağların zirvesinde
Uğuldayan rüzgarın ıslıklarına.
Yayılsın kaderimin kara yazgısı
Duyanlara duymayanlara.

Bedenimden ağaç fışkırsın
Köklü dallı budaklı.
İşlenmemiş günahlarımın iniltisi
eğleşsin yapraklarında.
Yitik yürek yaralarımın
Karanlığı dökülsün toprağa

Bırakın kapatmayın gözlerimi
Kara bir tül gibi geçsin
Acılarım.

Salıverin kurulmamış hayallerimi
Engin denizlere
Yol alsın bilmediğim sevgilere
Yırtık bir yelkenlinin direğinde.

Aysel SARGIN SIR-BANDIRMA

*BİRİ


Hissizlik hâkim duygularımda,
Hüzün desem
Kim döker suları gözlerime bilmem.
Geçirdiğim aşkların
Haddi hesabı yokken,
Herkes unutulurken.
Bu ne farklılık,
Bu ne bağlılık bilmem.
Çelişkili duygularıma karşın,
En çok yarayan kanam
Geçmişimden birine ait,
Durmak bilmeyen
Her an gözlerimi yaşartan,
Gülümsetmek yerine
Kalbime sancılar girmesine neden,
Yokluğunda hüznün galip geldiği biri.
Eski biri,
Ne yaparsa yapsın değerli biri,
Kıymetli biri,
Belki de sadece ‘biri’.

Melisa GEMİCİ

18 Nisan 2011 Pazartesi

*YAŞAMAK


Yaşamak öyle güzel öyle derin
Bir dostun sıcacık merhabasında
Yürekten gülüşünde
Yaşamak güzel şey
Ellerin sevdiğinin ellerinde
Gözlerinde sevgi dolu bakışlar

Gülten AKIN

17 Nisan 2011 Pazar

*KAÇAK GÜN IŞIĞI



kara bulutların arasından
bir kaçak gün ışığı
korkarak tekrar yakalanmaktan karanlığa
girdi penceremden
yalnızlıkla paylaştığım odama.

Abdullah ABALI

*GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ


çiçekçilere soruyorum, kupa papazlarına, kumrulara
eğreltiotlarına
kimya kitaplarına
karpuz satıcılarına soruyorum balkondan bağırarak
bilmemek ayıp değil ki öğrenmemek ayıp
ama sevdamızın her şeyden bir fazla oluşuna kimsenin
aklı ermiyor
okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı
Adem'le Havva'dan bir fazla çıplak
gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe'dan bir fazla sarışın
bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan
İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi
karı muhabbetlerinde mi her allahın günü
carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul
ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum
senden ayrıyken
en çoktan çok da dünyaya meydan okuyan gülüşünü
şiirim diyorum ona, bu sözü bir fazla hak ediyor
bütün şiirlerimden
yaban gülüm diyorum
çılgınlığım
vazgeçemediğim
birden güvercinli güvercinli gülüyorum
bak
sevdamıza bir numara dar geliyor sanki şimdi yeryüzü

Akgün AKOVA

16 Nisan 2011 Cumartesi

*SULARIN ÖTESİ


Bir yanı Mecnun'dur kıyılarımın
bir yanı Leylâ
yokluğundur yankılanan suların ötesinde her gece
her gece dokuz yerimden vururlar beni yâr
kanatlanmış atlar gibi geçerim
rüyalarından...

Hesaba çekilirim geceler boyu sonra
gözlerinin karasından
bilmezler dâra çekildiğimi saçlarında bin kez
sonra kenâra çekildiğimi
bilmezler
esmer bir ateş var içinde ey ölü nedir bu derler
leylâ derim, gözlerin diyemem
diyemem...

Suların ötesinde bir esmer gül açar akşamları
adı leylâ, rengi leylâ, kokusu leylâ
o yüzden siyahlar giyinirim hep ben
saçlarımı o yüzden tarayamam
siyaha mübtelâ oluşum ondandır
ondandır dalgın dalgın bakışım sulara
bilmez misin
semâya bakıp bakıp ağlayışım
ondandır...

Rıdvan CANIM

*SAÇLARIN ÖRÜLMÜŞ OLMALI


Seni birden hatırlarım akşamlar içinde
fevkalade tatlı bir sesin söylediği
şöyle kolay dokunaklı aydınlık ve temiz
gittikçe yakınlaşan bir melodi gibi
kalbim artık ürperen bir mandoline benzer
ne güzel şeydir seni hatırlamak

saçların örülmüş örülmüş olsun
ve beyaz ellerin geceye karşı çıplak
porselen tabakta yıkanmış kayısılar
yere düşmüş bir kitap bir şiir kitabı
içinde hürriyetten bahseden mısralar

insan bir düşünse ne çok şey bulabilir
hatırlamak gülmek ve ağlamak için
arzularımız nereye sürüklüyor bizi
neredeydik hangi rüzgara karıştık
ve şimdi ne tür manzaralar çekiyor
karanlık içinde açılmış gözlerimizi

saçların mutlaka örülmüş olmalı
mektepli bir kıza benzemelisin
aklında kimbilir kimden bir mısra
gözlerin nur gibi parlasın saadetten

Attilâ İLHAN

15 Nisan 2011 Cuma

*VEDA



Akşamı getiren sesleri dinle,
Dinle de gönlümü alıver gitsin.
Saçlarımdan tutup kor gözlerinle
Yaşlı gözlerime dalıver gitsin.

Güneşle köye in, beni bırak da
Küçüle küçüle kaybol ırakta.
Bu yolu dönerken arkana bak da
Köşede bir lahza kalıver gitsin.

Ümidim yılların seline düştü,
Saçının en titrek teline düştü,
Kuru yaprak gibi eline düştü,
İstersen rüzgara salıver gitsin.

Necip Fazıl KISAKÜREK


14 Nisan 2011 Perşembe

*GİTME KAL...


Nice nice acıları aklına getir
Bunca yoksulluğu aklına getir
Gözyaşlarını aklına getir
"Gitme Kal" var yok dinlemez bir çocuk isteğidir
Gitme aklına getir

Kıraç mı kıraç toprakların üstüne
Güneşler açar yağmurlar kesilince
Çırılçıplak kayada yeşerir incir ağacı
Dağların kuytusunda bir uslu çiçek
Dağıtır mavisini kendi kendine
Gitme beraberlik içinde
Nasıl sevinirdik aklına getir

Her şeyi her şeyi aklına getir
Gece yarılarını aklına getir
Söylediklerini aklına getir
Sinsi yağmurlar yağıyordu
Soğuktu
Yaktığımız ateşi aklına getir

Nelerden geçiyorsun aklına getir
Gitme dünyamızın her yerinde
Yorgun eller gülleri derleyince
Ellerin sevincini aklına getir
Güllerin sevincini aklına getir

Ne’çok severdik seni aklına getir

Arif  DAMAR

*BOŞLUĞU SEN DOLDUR


Sen
Soruyorsun
Ben senin neyinim
Sen
Adını koyamadığım
Geceler boyu uyutmayanımsın
Sen
Sevdası yüreğimde saklı
Tenhada ağlatanımsın
Tutup da ellerimden
Asırlık inzivamdan
Kurtaranım
Yeniden hayata bağlayanımsın
Sen
Canımsın
Öteki yarımsın
Sen
...sın

Özcan GÜNERGÖK

13 Nisan 2011 Çarşamba

*FERİĞİM...YEŞİL ERİĞİM

Yeşil eriğim. Ben içine hapsolmuş çekirdeğinim senin. Hapiste günler ağır geçer diyorlar. Olsun be ben vazgeçtim hürriyetimden. Yeter ki yeter ki yetim bir çocuk gibi bırakma yüreğimi… Zira sensin bu can bir yüktür yüreğime. Kaldır öpülesi alnını ve bak bana. Gördün mü? Karım, kızım, yoldaşım… Bir tek gözlerim değişmedi sana… Bir tek gözlerim…

Gülüm bizi yanlış anlattılar sana. Biz sevdik mi ölümüne severiz. Yaşanası Türkiye’mde kadın olmak zor zanaat bunu bilenlerdeniz gülüm. Biz sevdik mi tabiat gibi cesur severiz, arılar gibi hünerli severiz. Bana yaşlandık deme bana! Yaşlanmak etin sarkması değil, yaşlanmak etin gevşemesi değil, yaşlanmak saçın beyazlaması değil. Yaşlanmak aşktan ve ölümden korkmak demektir. Yaşlanmak asla asla etin sarkması değil gülüm.

Açılır açılır gözleri gülümün
İçlerinde yeşil çam ağaçları
Uyanışların en tazeleri
Odamızdan geçer gülüm seninle
Uyanışların en tazeleri
Odamızdan geçer gülüm seninle
Feriğim fidanım feryadım
Hey benim zizil parmak
Memleket gözlüm

Sevgilim… Bu akşam gırtlağıma kadar doluyum anlamıyor musun? Bu akşam sensiz el gibi çıplağım.. el gibi çıplağım… bu akşam bir tek sen yoksun…

Benim en büyük kudretim, benim en büyük kudretim senin sahiden ıslak şehrimde olduğunu bilmek. Hatta şuan şehrimde geceliğinle balkondasın. Dokunmaya çalışıyorum ince parmaklı ellerine. Yüzümde ışığından ayrılmanın kederi var bu akşam! Birazda işte geldik gidiyoruzun hüznü var. Kaldır öpülesi alnını ve bak bana! Gördün mü? Karım, kızım, yoldaşım… Ulan bir tek gözlerim değişmemiş sana, bir tek gözlerim…..

Feriğim fidanım feryadım
Hey benim zizil parmak
Memleket gözlüm

Ben seni sevmekle meşgulüm gülüm.

Volkan KONAK.....

PAYLAŞ

*SÜRGÜN


www.celaliboylu1.blogspot.com

Bir adasın sen çok eski bir atlasta
Çok eski bir halkın su aldığı

Ben güneş, alkol, sıkıntı adanda senin

Sen sabahı, akşamı adanın
Gecesi ben

Sen su yolları, ağaçlar, çayırlar, güneşler
Ben karabasanın senin

Sen buğdayı, ovaları, nehirleri halkının
Ben ıssızlığı

Sen ki kalabalıklarsın aralarından geçtiğim
Sürgünü ben adanın senin

İlhan BERK

*SİMİTÇİ ÇOCUK



Simitçi bir çocuk Kordonboyu'nda
Oyuncaklar mı kurar nedir usunda
Simitleri bir dağıtır bir sıralar
Gözlerinde en yabancıl parıltılar
Gördüğü gemi düşleri martı düşleri
Sonra depremlerde sevecen ölmüşleri

Kordonboyu'nda simitçi bir çocuk
Birden bir şakırtı bir çığlık
Yalap yalap yanarken denizle batı
Martı mıdır simitçi simitçi mi martı
Boşalmış tablası dalar gider
Sularda görünür doğuda bir yer

Nahit Ulvi AKGÜN
PAYLAŞ

*SERÇE


Kim sevecek bu küçücük serçeyi?
Uzun yoldan gelmiş ve yorgun.

“Ben değil” dedi koca meşe.
“Ben dallarımı onun yuvasıyla paylaşmayacağım
ve yapraklarımın örtüsü onun üşümüş göğsünü ısıtmayacak.”

Kim sevecek bu küçücük serçeyi,
Kim söyleyecek tatlı bir söz?

“Ben değil” dedi kuğu.
“Saçma bir fikir bu
diğer kuğular duysa gülüp alay eder be!”

Kalbi acıma hissiyle dolu,
kim açlıktan ölen bu serçeyi besleyecek?

“Ben değil” dedi altın başak.
“Yapabilseydim keşke ama olmaz!
Büyümek ve gelişmek için güçlü olmalıyım.”

Kim sevecek şu küçük serçeyi,
kimse yazmayacak mı ona bir ağıt?

“Ben yazarım” dedi kara toprak.
“Tüm benden olanlar bana geri döner,
çamurdan yaratıldınız ve
gene çamur olacaksınız sonunda.”

Paul SIMON