31 Ocak 2010 Pazar

*YÜREĞİNDE YER VARMI?


Parmaklarının ucunda şu an hissediyor musun beni?
Hisset!
Hisset, Parmaklarına değen kağıdın içinde
Dolaşan damarlarımı...
Hisset damarlarımın, kanımın
Seni aramak için
Deliler gibi dolaşmasını...

Parmaklarının ucunda şu an hissediyor musun beni?
Dinle; duyuyor musun yüreğimin ritmini?
Gönlümde esen rüzgârları dinle...
Nefesimi tutmasam
Gözlerindeki derin ovalarda titreyen
Bütün yeşillikler kül olur,
Sazlar büyür simsiyah,
Kuruyan gözpınarlarında...

Parmaklarının ucunda şu an hissediyor musun beni?
Yazık! Mekanlar durduruyorsa seni.
Ve yazık, kendini bağladıysan maddelere...
İpsiz bir uçurtmayım ben... Ve kuyruksuz
Saçlarının çizgilerinde süzülen...
Rüzgârım sensin.
Susma ve sakın gözlerini kapatma, düşerim!
Yüreğinde yer var mı?

Parmaklarının ucunda şu an hissediyor musun beni?
Ve bir kaynak suyundan oluşan derenin
Üzerine düşen yaprak gibi;
Düşürüyor musun gülüşlerini
Ve öpüşlerini sesimin üstüne?
Akıyor musun benimle beraber,
Akıyor musun yıldızlara doğru?
Yıldızlar... Yıldızlar neden böylesine vefasız?
Neden her üşüyüşümde
Lapa lapa yağıyorlar avuçlarıma,
Neden eriyip kayboluyorlar?

Parmaklarının ucunda şu an hissediyor musun beni?
Bilmiyorum. Bilmek istemiyorum...
Ama parmaklarının ucunda şu an ne olur hisset beni...
Hisset!
Hisset, damarlarımdaki kanımın,
Seni aramak için deliler gibi dolaşmasını...
Söylemiştim değil mi?
İpsiz bir uçurtmayım ben...Ve kuyruksuz...
Saçlarının çizgilerinde süzülen...
Rüzgarım sensin.
Susma ve sakın gözlerini kapatma, düşerim.
Yüreğinde yer var mı?

Muammer ERKUL

*GELEMİYORUM YANINA


Gelemiyorum yanına !
O kadar çok engel var ki arada
Bir uçurtmanın kuyruğuna takılıp
gelmek istedim;
Çekmedi yorgun bedenimi.
Bulutlara takılmayı denedim;
Bir yıldırımla attı üzerinden.
Dalgalara bıraktım kendimi
kıyılarına vurmak için
Kağıttan bir gemi kesti yolumu
Koparılan takvim yapraklarıyla
gitgide tüketiyor zaman beni
Gün geceye gömdü gözlerimi
Gece güne savurdu yüreğimi
Küle dönen kor tenimde
İzi kaldı dokunuşlarının.
Üşüyorum...
Sıcaklığını bulmak için
vurdum kendimi sahranın göbeğine.
Güneşin ortasına attım
ip merdivenimin ucunu.
İp tutuştu...
Ben yanamadım.
O kadar nasırlaştı ki sensiz can
Öylesine mahsun kaldı ki duygular
Sevda nerdedir,
Özlem ne tarafa düşer?
Ne yönüm kaldı, ne mevsimim
Sana çıkan yolu bulamadım...
Tuttuğum nefeste kaldı,
Bir boğum daha ukte sevdam.

Arzu ALTINÇİÇEK

*AŞK İKİ KİŞİLİK İSYAN

............... Aşk bir barışma yöntemidir. Karşısındakini anlayacak duru zihin hali ve cesaret ister.
En deli aşkta bile iki kişilik bir denge kurma çabası gizlidir. Toplumun gerdiği ipin üstüne çıkmışsın; aşağıda kalabalık, bağırıyor, çağırıyor, karşı çıkıyor. Kimi yuhalıyor, ipin gerildiği direkleri sallayanlar bile var. Birbirine doğru yürüyen iki sevgilinin dengelerini bozup, ayaklarını kaydırmak, aşktan aşağıya düşüp sakatlansınlar hatta ölsünler diye aşk telinde denge uzmanlığına çıkanlara yapılmadık bırakılmaz.
Ateş püskürtülür, taş atılır, laf atılır. Bütün ışıklar söndürülür, karanlıkta aşktan aşağıya yuvarlansınlar diye… Altlarında ağ varsa, güvenliklerini kaybetsinler diye, onun da ipleri kesilir. Bütün engellemelere rağmen aşk cambazları çıktıkları ipte birbirlerine doğru ilerleyip, kavuşmaya, sarılıp koklaşmaya çalışırlar.
Tehlikeli işe soyunmuşlardır. Kavuşup birbirlerine sarıldıktan sonra da engellemeler sürer.
Zeki değillerse, kendini sevgiliye adamanın yöntemlerini keşfedemiyorlarsa, yaratıcı bir zihin haliyle her gün kendilerine, yaşama, aşka yeniden başlayamıyorlarsa dengeyi kendileri de bozar.
 Kimi yuvarlanır, gergin ipin üstünden aşağıya, kafası gözü patlar. Ruhu parçalanır; kalabalığın arasında aşk sakatı olarak dolaşmaya başlar. Yukardakilerin dengesini bozmaya çalışanlara katılır.
 Bağırır, çağırır, yukarıda tek başına ipin üstünde kalan kıymetlisine laf atar, taş atar, ateş püskürtür.
 O da tepe aşağı yuvarlansın, dengeyi kaybetsin ister. Kimi yeniden merdivenlerden ipe çıkıp denge uzmanlığını aşk dedikleri ip cambazlığını, trapez ustalığını baştan keşfetmeyi, becermeyi dener.
Bir daha ipe çıkıp sevgiliye doğru yürüyüp dengeyi kurmayı dener. Emek vererek yare kavuşabilmek için bütün gücünü kullanarak aşk cambazlığına soyunur yeni baştan…
 Bazıları aşağıda kalır, kendisi gibi ipten düşmüş aşkın sakatladığı birini arar. Kimi de hiçbir zaman ipe çıkmaya cesaret gösterememiş birini bulup, çılgın kalabalığa meydan okumanın gereksiz olduğuna kendini ve karşısındakini ikna edip, tehlikesi olmayan yer taklaları atıp, çember çevirip, top atıp tutarak sıradanlığın kuştüyü yataklarına serilir. Kalabalığa meydan okuyup, onların adam yeme, aşıkları ipten, trapezden düşürme ayinlerinden korkmayanlar, özgürlüğün sırrıyla yüz yüze gelirler…
Evet aşk cesaret istiyor.
Önünü kesenlere baş kaldıracak cesaret… Aşka gönüllerini kaptıranlar, kopacak kıyamete aldırmadan aşağıdakilerin kopardığı gürültüye kulak asmadan dengelerine hayran kalınsın diye ipe, trapeze çıkıp birbirlerine doğru yürüyerek, sallanarak meydan okurlar boşluğa…
Meydan okurlar bütün tehlikelere, sıradanlıklara… Eşlerine güvenip boşluğa bırakıyorlar kendilerini trapezden… Boşlukta eller buluşuyor, birbirlerini yakalıyorlar. Aşağıdakiler bağırsa da çağırsa da boşluğa meydan okuma hayranlık uyandırıyor.
Alkışlar yükseliyor. Bazen partnerinle dengeyi sağlayamayabilirsin ya da kendini ona doğru fırlatırsın tutamaz ya da sen onu yakalayamazsın. Boşluğa meydan okumaya çalışanlar, böyle sonları da bilir. Ama hepimiz bile bile çıkmaz mıyız, aşkın tehlikeli yüksekliklerine?
Bu bilinç hali değil mi aşkı vazgeçilmez kılan?
Bu bilinmezlik değil mi, insanın ellerini uzatıp karşısındakini yakalamak için kendini boşluğa fırlatmasını sağlayan?
Evet aşk iki kişilik bir meydan okumadır.
Ali POYRAZOĞLU......


Paylaş

*BİR SENARYO ,BİR ROMAN


Madde 140 : “ Şayet birbiri için yaratılmış olan bir çift idareye ait bir hata yüzünden , sağlıklarında karşılaşamamışlarsa,haksız yere mahrum edildikleri aşkı gerçekleştirmek ve müşterek hayatlarını yaşamak üzere,yeryüzüne dönmek isteğinde bulunabilirler ve bazı koşullar altında buna izin alabilirler.””

Sizlere uzun bir aradan sonra yeniden elime aldığım J.Paul Sartre’nin “İş İşten Geçti” adlı romanını tanıtmaya çalışacağım.

Fransız Edebiyatında da önemli bir yere sahip olan ünlü düşünürün bu yapıtı, birçok açıdan farkı olduğunu okuyucuya hissettiriyor. her şeyden önce,romanımız düşünürün “Varoluşçu” kimliğini taşıyor. ( Sartre’ın varoluşçuluk anlayışına göre; İnsan önce var olur ,sonra özünü kurar; kendini nasıl yaparsa öyledir.) Bu senaryo sade anlatımıyla keyifle okunuyor.Bu sade anlatım ve varoluşu çizgi okuyucuya ; “Kendini ve hayatını sorgula!” mesajı vererek çok geç olmadan sevgiyi,hayatı paylaşmayı ve doğru seçimi unutmamamızı öğütlüyor.

Romanda ölüm sonrası tanışan ve birbirlerine aşık olan iki ayrı sınıftan bir çifte ,24 saat süreyle tam uyum içerisinde,sevgilerini her şeyden üstün tutarak birlikte olmaları koşuluyla,dünyaya dönme izni verilir. Başaramazlarsa ölüler dünyasına geri döneceklerdir…

Senaryo tadındaki bu romanı zevkle okuyacağınızı umuyorum…

Meltem ONATÇA GÜNERİ

Paylaş

27 Ocak 2010 Çarşamba

*ŞAH BEYİTLER-39



Güzeller mihribân olmaz dimek yanlışdur ey Bâki
Olur, vallahi billâhi hemân yalvarı görsünler

Bâki

Güzeller acımaz, şefkat göstermez demek yanlıştır;
vallahi billahi gösterirler hele biraz yalvarı görsünler.
Şair “yalvarı” sözcüğüyle tevriye sanatı yapmıştır.
 Bu sözcük iki anlamda kullanılmıştır:
Yalvarmak ve para.
Bu iki anlama göre güzellerin merhamet göstermesi için ya ona yalvarmak ya da maddiyatın simgesi olan parayı göstermek gerekir.

Hzl. İbrahim Cemal TORUN
Özel Adana Gündoğdu Koleji
T.Dl.Edb.Öğretmeni

*ÖĞRENDİM Kİ...



 
Tüm dostlarıma! ..

Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karsı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.


Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.


Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.


Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.


Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her isin iki yüzü var.


Öğrendim ki...
Olmak istediğim İnsan olabilmem
Çok vakit alıyor.


Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.


Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.


Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.


Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.


Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.


Öğrendim ki...
Düştüğün anda Seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.


Öğrendim ki...
İki insan ayni şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.


Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.


Öğrendim ki...
Duvarda asılı diplomalar
İnsanı insan yapmaya yetmez.


Öğrendim ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.


Öğrendim ki...
Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin
Nereden geçtiğini bulmak zor.

Ataol BEHRAMOĞLU

*GÜNAYDINLAR...



25 Ocak 2010 Pazartesi

*KALBİM UNUT BU ŞİİRİ


"Ahmet TELLİ severlere !"

Uğuldayan ve hep uğuldayan
bir orman kadar üşüyorum şimdi
yanlış rüzgarlar esiyor dallarımda
yanlış ve zehirli çiçekler açıyor
Kanımda kocaman gözleriyle bir çığlık

Su ve ses kadar beklediğim
ne kaldı geride,bilmiyorum
uzanıp uyumak istiyorum gölgeme
ve sarınmak o kocaman gözlerin
uğuldayan rüzgarla...rına

Bir acıyı yaşarım ben zehirden
çiçekler üretirim kömür karası
uçurum kadar bir yalnızlık
yaratırım kendime,atlarım
Anısı yoktur küçük rüzgarların

Yapraklarım yok artık kuşlarım yok
büsbütün viran oldu dağlarım
ezberimdeki türküler de savrulup gitti
ömrümün karşılığı kalmadı sesimde
sesimde yalnız ormanların gümbürtüsü

Yanlış.. daha baştan yanlış
bir şiirdi bu, biliyorum
ve belki ömrümüzün yakın geçmişi
bu kadar doğruydu ancak, kimbilir
Kalbim unut bu şiiri

AHMET TELLİ

*IHLAMURLAR ÇİÇEK AÇTIĞI ZAMAN



Bilirsin ki burda değilim artık
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...
Gelir benim yüreğimde toplanır,
Dağların üstünden sıyrılan duman.
Bir yanım mosmordur, bir yanım beyaz,
Bir yanım karakış, bir yanım ilk yaz.
Can evime bakışların saplanır;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Ihlamurlar çiçek açtığı zaman;
Ne sen gurbetçisin, ne ben sılacı.
Senden gayrısına bakmam mümkün mü;
Gözlerimi esir alan dağlardan.
Kapımı üç defa çalan postacı
Adresinde yok! Diye notlar düşer,
Eski adresimde bir hüzün eser;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Eski adresimse kurumuş bir gül,
Gizemli bir ıtır, domur domur kan,
Yaba yaba yelde savrulur gönül,
Firkatli turnalar geçer uzaktan.
Dalgınlığım debimetre tanımaz,
Başım çarpar bir gemi bordasına
Düşerim bir girdabın ortasına
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Birden bezeklenir sevda haritam,
Ihlamurlar çiçek açtığı zaman...
Lâleler toplarım ben tutam tutam,
Bizim için çalar kıvrak bir keman.
Gök papatya, yer ise lâle bahçesi,
Aşka ışık dokur kuşların sesi.
Seninle hep aynı yerde oluruz;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Kumaşı eprimiş üç mevsim geçer,
İlkyazla uyanır derin uyuyan.
Tan sesine cıvıldaşır serçeler,
Sevdadır alnıma namlu dayayan.
Havuzuma ay ışığı dökülür.
Bilirsin ki burda değilim artık,
Ruhum yağmur yağmur göğe çekilir;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Gülde çiy damlası... Buzum sırçayım;
Güneşe çarpınca param parçayım.
Bir gün Emirgândayım, bir Kanlıcada,
Üsküdarda, Beykozda, Çamlıcada.
Şehir bir hançerken kan burgacında.
Mekâna sığar mı bu deli yürek?
Bir sevda çeşmesi, bu deli yürek.
Baylanır, beklerken baygın düşerim;
-Ihlamurlar çiçek açtığı zaman! ...

Bahaettin KARAKOÇ

23 Ocak 2010 Cumartesi

*MELEK ÇIKMAZI


Akşamları boynundaki merhamete sığınan
aşkın ölü kuşlar,
daha sabah olmadan
seni tükettiklerini anlar anlamaz,
kirli ve acımasız bir dalgınlğa uçarlardı.

Kıstırdığın sokağa adını vermişlerdi:
Melek çıkmazı...

Gidecek evi olmayan bulutsu bir misafirdin,
ezilen kanatlarından sunulmuştu sana tek okşayış...

Öyle sert ve öyle belrsizdi ki her şey,
ona uymayınca çoğalırdı
dünyada hazır bulduğun boşluk...

Tutunduğunda boşluk sana,
yüzünün ışığını öperdi yüzün.
Yalnızlık küçümsediğinde seni
göğün içindeki aslını görürdün.

Göğün içindeki,
senden çıkan her şeyin konakladığı o sonsuz evi...

Cezmi ERSÖZ

*GAZAP ÜZÜMLERİ



Öyle romanlar vardır ki, insanın hayata bakışını tamamen değiştirirler. İnsanın hayatına yön verirler. John Steinbeck’in “ Gazap Üzümleri “ isimli romanı da benim için böyledir. Henüz 14 – 15 yaşında bir lise öğrencisi iken tanıştım “Gazap Üzümleri “ ile . Lise birinci sınıfta okuyordum ve yarı yıl tatilindeydik. Adana’nın meşhur yağmurlu günlerinde evdeki kitaplığımızı kurcalarken karşıma çıktı ve benim hayata bakış açımı belirledi,kendimi ve içinde yaşadığım dünyayı sorgulamama sebep olan kitaplardan biri oldu. Yıllar sonra tekrar tekrar okuma ihtiyacı duyduğum, her okuyuşumda farklı tatlar aldığım ve hayatımı; dünyayı sorgulama ihtiyacını duyuran kitaplardan biridir “ Gazap Üzümleri” . 20.yy’ın başlarındaki Amerika’dır romandaki Amerika ; hızla endüstrileşmekte olan, insanların henüz kent insanı olmadığı, doğadan tam anlamıyla kopamayan insanlardır romandaki karakterler. Aslında doğadan,topraklarından kopmak da istemezler kahramanlarımız. Ama karşılarında Kapitalizmin acımasız kuralları vardır ve bu kurallar insanları bilmedikleri yollara, yerlere sürükleyip durur. Bu kurallar kendi değerlerini korumak isteyen insanları yeni değerlerle tanıştırır. Fakat bu yeni değerleri kabullenmek hiç de kolay değildir kahramanlarımız için. Yine de “Umut”larını asla yitirmezler,yeniden ,yeniden başlarlar hayatlarına ....

Steinbeck bu romanında hem bireysel olarak Joad ailesinin yaşamından,hem de genel göçten bahsetmiştir. Büyük bunalımdan etkilenen Joad’ları yakından inceleyerek bize bu çiftçilerin de insan olduklarını hatırlatır. Üzümler verimli Kaliforniya vadilerini sembolize ederken ,çiftçiler bu verimli vadilerin bir parçası olamayıp acı çekmektedir. Bankadan kredi çekmek zorunda kalan çiftçilerin kredi borçlarını ödeyememeleri ve tarımda makineleşme sebebiyle insan gücüne ihtiyacın azalması nedeniyle göçe zorlanan bir ailenin parçalanışını anlatırken aynı zamanda bütün göçmenlerinde tek bir aile oluşunu, konuşmalarını,yiyeceklerini hayatlarını,umutlarını paylaşmalarını anlatır. Bankanın ellerinden aldığı çiftliklerine tekrar kavuşma hayalleriyle, iş bulabilme umuduyla yollara dökülen yoksul tarım işçilerinin hayatta kalma mücadelesi anlatılır bu romanda. Kahramanlarımız ( Joad ailesi ve diğerleri) yüzyılın başında açlığa,zulme ve sömürüye direnen kişilerdir. Bu roman aynı zamanda günümüzün süper gücü Amerika’nın yaşadığı dönüşüm anlatır bize.

Meltem Onatça GÜNERİ

22 Ocak 2010 Cuma

*DAĞ BAŞINDA



Beni bir dağ başında böyle yapayalnız kodular,
rüzgârlara, kuşlara, bulutlara yakın,
senin etinden, tırnağından ayrı,
senin kokundan uzak.

Benim güzelim,
benim ceylan bakışlım,
benim kafamın ateşi
ve yüreğimdeki.
Mümkün mü şu anda rüzgâr olmak, kuş olmak,
şu anda üç dört portakal almak, getirmek sana,
sana tuzlu badem,
kabak çekirdeği.

Şu anda hiçbir şey mümkün değil.
Şu anda her şeyden ayrı, her şeyden uzağım ben.
Şu anda sadece yalnızlık ve kahır…

Hayır, güzelim,
hayır, ceylan bakışlım,
hayır, kafamın ateşi, hayır,
hayır, yüreğimdeki.
Şu anda mümkün ve güzel olan tek bir şey vardır:
Yanarak sevmek seni.

A.KADİR

*KANDIRILABİLİRİM





Bir küçük çiçekle kandırılabilirim şu sıralar.
Bir tek papatya, bir kır menekşesi ile örneğin
Bir kaç satır şiire tav olabilirim
Bir gamlık notayla artar sevincim

Bir parça güneşle kandırılabilirim şu sıralar
Gündoğumu, günbatımı fark etmez
Bir oturumluk deniz kenarına tav olabilirim
Rüzgârlar beni üşütmez.

Bir kaç damla yağmurla kandırılabilirim şu sıralar
Üstelik şemsiyeler evde unutulmuş
Bir bardak sıcak çaya tav olabilirim
Üstüm başım henüz yeni kurutulmuş.

Bir tutam sevgiyle kandırılabilirim şu sıralar
Fazlasına öykünmeden
Bir kaçamak bakışa tav olabilirim
Belki bugün, gün bitmeden.

Derya Yıldırım SAYLIK

*KELEBEK


Fotoğraf: Nuri SAĞALTICI

Haydi, hep birlikte kitap okuyalım

KELEBEK
Uzun sürecek bir toplantıya hazırlanırken bir meslektaşın elinde eski bir dostla karşılaştım. Bu dost, yıllardır elime almadığım, unuttuğum Kelebek adlı romandı. Ağabeyimin elinden bırakamadığı ve okurken rahatsız etmememi istediği kitaptı Kelebek. Kelebekle tanışmam bu şekilde olmuştu ve ben büyük bir hevesle elime almıştım onu ağabeyimden sonra; ama ilk tanışmamız açıkçası hayal kırıklığıydı çünkü bu güzel eser başlangıçta bana pek bildik bir serüveni hatırlatmıştı, ama birden bire kendimi “Özgürlük”ün ne kadar vazgeçilmemiz olduğunu düşünürken buldum. Sadece özgürlük mücadelesi miydi beni Kelebek’i ikinci, üçüncü kez okumaya iten? Tabii ki hayır! Onur, dostluk, inançlar uğruna savaşmak ve elbette insanların nasıl da kendi çıkarları uğruna gözlerini kırpmadan kötülük yapabildikleri gerçeği!... Bana bir insanın isterse her şeyi başarabileceğini anlatan ve öğreten kitaplardan biridir Kelebek.


Henri Charriere adlı bir kürek mahkûmunun başından geçenlerin anlatıldığı, İnsanın içine işleyen bir özgürlük mücadelesidir. Kitaptaki karakterlerle birlikte acı çekersiniz, heyecanlanırsınız ve asıl şaşırtıcı olan, Henri Charriere’ın gerçek bir mahkûm olmasıdır. Kitabı okurken bir yandan da düşünürsünüz “ acaba yazar burada anlatılanları gerçekten yaşamış olabilir mi?” ya da “İnsanlar gerçekten bu kadar acımasız olabilirler mi ?” ve bu sorularla kitabı elinizden bırakmak istemezsiniz.


Romanımız bildik bir hikâyeyi anlatır gibi gözükür başlangıçta; ama o kadar sıradan değildir. Bir düşmanı tarafından üzerine yıkılan bir cinayetten ötürü ömür boyu mahkûm edilen bir karakterle karşılaşıyorsunuz .( Benzer bir hikâye Monte Cristo Kontu adlı muhteşem eserde de işlenmiştir.) Bundan sonrası nefes kesen bir özgürlük mücadelesidir. Kahramanımız Fransa’nın en korkutucu hapishanesine gönderilir ama kahramanımız işlemediği suçun cezasını çekmek istememektedir. Önce üç arkadaşı ile birlikte kaçar, çok uzağa gidemez, bir hapishaneden başka bir hapishaneye kaçmıştır! Üstelik cüzamlıların hapishanesine! Kahramanımızı özgürlük mücadelesinde hiçbir şey yıldıramaz ve bu kez cüzamlıların yardımıyla tekrar kaçar. Acaba bu kaçış özgürlüğe doğru mudur? Yoksa kahramanımızı başka sürprizler beklemekte midir? Bu muhteşem özgürlük mücadelesini merak ettiyseniz sizi en yakın kütüphaneye ya da kitapevine davet ediyorum.

Yazan:
Meltem ONATÇA GÜNERİ

*NEDİR BU FELSEFE?



Küçük kız yatağına uzandı ve yıldız dolu gökyüzüne baktı. O koca gökyüzünde kendini küçücük bir nokta olarak düşündü. Aklında o kadar çok soru vardı ki… Yanıtlamaya hangi birinden başlayacaktı?

“Kimdi ?”, “ Nasıl var olmuştu ?” , “Bu dünya nasıl oluyordu da var oluyordu?” “ Şu gökyüzündeki parlak yıldızları kim koymuştu oraya ?”, “Bahçede sürekli ötüp duran şu cırcır böceği nasıl var olmuştu ?” Aslında soruları bunlarla da sınırlı değildi ki; mesela “Neden herkesi sevemiyordu? Bazı insanlar kendisini rahatsız hissetmesine sebep oluyordu ama bazıları da vardı ki onların yanındayken sanki zaman su gibi akıp geçiyordu ” Bu soru aklına yeni bir soru getirmişti: “ Zaman kavramı nasıl oluşmuştu?”, “Acaba oralarda bir yerde kendisi gibi sorular soran küçük bir kız daha var mıydı?” “Neden birileri gelip kendisi için bu soruları yanıtlamıyordu ki? Oysa ne de güzel olurdu sorularına yanıt verseler”

İşte size felsefe denizinin içinde yüzmeye çalışan küçük bir kız! Felsefe merak etmektir ve küçük çocuklar doğal olarak çok meraklıdırlar, felsefe ile uğraşanlar da öyle. Kimselerin aklına gelmeyen soruları küçük çocuklar bir çırpıda sıralarlar, felsefeyle uğraşanlar da… Üstelik bu sorular oldukça sıra dışıdırlar. Çocukları gözlemlediyseniz bilirsiniz, çocuklar hiç durmaksızın soru sorarlar ve sordukları sorular da bizim yanıtlamakta güçlük çekeceğimiz ya da yanıtlayamayacağımız sorulardır. Evet, o kadar zor sorulardır! Felsefe işte bu zor soruları sorma ve onlara yanıt arama çabasıdır. Çabasıdır diyorum çünkü bu sorulara verilebilecek yanıtlar sürekli yeni soruların doğmasına neden olurlar. Felsefe sürekli arayış içindedir, erdemli yaşamın, mutluluğun, hakikatin arayışıdır bu arayış. Felsefe, inandıklarımıza neden inandığımızı anlama çabasıdır. Çocuklarda da öyle değil midir? Sürekli “ Neden?” , “ Niçin ama ?” diye sormaz mı çocuklarımız? Felsefe eleştiridir, inandıklarımızın eleştirisidir.

İnsan doğal olarak meraklı bir canlıdır. Küçük çocuklar bunun bir kanıtıdır. İnsan için merak konusu olan o kadar çok şey vardır ki! Platon’un dediği gibi, felsefenin kaynağı hayrettir. Aristoteles de hocası Platon gibi düşünür: “Varlık karşısında şaşıp kalma insanı felsefeye yöneltmiştir” der. Gerçekten varlığın ve yaşamın görkemi ve gizemi karşısında düşünen insanın kendisinden geçmemesi mümkün değildir. Epiktetos’un deyişiyle:“ Felsefenin kaynağı, insanın kendi yetersizliğinin ve acizliğinin farkında olmasıdır.”

İnsan hem yeryüzündekileri hem de gökyüzündekileri merak eder. Ama insanın en büyük merak konusu yine kendisidir. Bilinen dünyanın en gizemli, en karmaşık varlığıdır insan. Bundan dolayı insan için en zor soru da “ kendini bilmektir”. O halde felsefe insanın kendini bilme çabasıdır.

Yazan
Meltem Onatça GÜNERİ

*HAYATI ERTELEMEYİN







Sarı bir lira gibidir hayat
Yaşamak değil beni bu
telaş öldürecek.
O telaşla bırakın Paris yolunda ılık rüzgarlarla taramayı saçlarınızı
Sevdiğimizle doyasıya bir sohbet edemedik biz.
Gözümüz saatte söyleştik hep.
Koşuşur gibi seviştik, yarışır gibi çalıştık.
Hep yetişecek bir yerler aranacak adamlar yapılacak işler vardı
Bir sonraki günün telaşı, bir önceki günün terine bulaştı.
Başkalarının hayatı bizimkini aştı.
Kör karanlıkta çalar saat sesi yerine.

Kuşluk vakti kızarmış ekmek kokusu veya yavuklu busesiyle uyanma
düşlerini hababam erteledik.
20'li yaşlardayken 30'lara kurduk saat'in alarmını 30'larda 40'lara
belki 50'lere.....

Lakin öyle kurgulanmış ki hayat.
Kuşlukta uyanma imkanını sunduğunda size.
Artık uyku girmez oluyor gözlerinize.
Doyasıya söyleşmek, telaşsız sevişmek için bol zamana kavuştuğunuzda
Söyleşecek ve sevişecek kimseler kalmıyor yanınızda.

Özenle sakladığınız bir sarı lira gibi ömrünüz.
Vakit gelip sandıktan çıkardığınızda.
Bir de bakıyorsunuz ki tedavülden kalkmış.....

F. NIETZSCHE

Paylaş

* SATRANÇ, İNSANLAR VE HAYAT




Bir oyundur hayat.
Ustaca oynanması gereken bir zeka oyunu.
Zıtlıklarla dolu eşsiz bir serüven...
Siyahın beyazı, iyinin kötüsü, çoğun azı, sevincin hüznü...
Ve dengeler...
Korumak zorunda olduğumuz dengeler.

Tek başına oynanmaz hiç bir oyun.
Ve her oyunun bir kuralı, bir kazananı, bir de kaybedeni...

Hayatımız başarılarla, yenilgilerle, fırtınalarla doludur. Sonsuza dek sürmez fırtınalar.
Yeni başlangıçlar daima vardır. Yenilmek hayata küsmek değil, yeniden başlamak olmalı.

Hayatı en iyi yansıtan oyunlardan biridir satranç. Zorluklar, iniş ve çıkışlar, ayakta kalmak için verilen mücadeleler. Satranç gibi oynuyoruz hayatı.

Farklı insan karakterlerini çağrıştırır satranç taşları bende, hareketlerine göre.

Kale: Gururlu, sözünün eri, güvenilir, dost canlısı, çalışkan.

At: Samimi olmayan, her zaman kolay yolu seçen.

Fil: Sürekli zikzaklar çizen, istikrar sağlayamayan.

Vezir: Her ortamda işini halledebilen, fikir üreten, aklını iyi kullanan.

Piyon: Diğer insanların işlerini kolaylaştıran, fedakâr, cesur.

Şah: Sürekli temkinli hareket eden, kontrolü elinden bırakmayan, güçlü.

Toplum içinde bir yer, bir kimlik arayan insanların hayatta kalma mücadelesi, satranç oyunu.
Farklı fikirlerin, stratejilerin karşılaşması.

Satranç taşlarının birbiri ile olan ilişkisi insanların ilişkileriyle bağlantılıdır. Taşların kendi başına hareketi yeterli değildir. Bütün halinde, bir amaç doğrultusundaki hareketleri söz konusudur. İnsanlar için de böyledir.

Hayat değişmeye devam ediyor, inanılmaz bir dinamizim içinde.
Siz satrancın en çok hangi taşlarında oynuyorsunuz hayatı?

--
"Kusur ßenim imzamdır. ßir ismim olduğu sürece ßir kusurum da olacak ve olmalı."

Teşekkürler Dr.Emine KAFES
KATEM Başkanı Toros Devlet Hastahanesi-İÇEL

21 Ocak 2010 Perşembe

*ŞAH BEYİTLER-38



Ne yanar kimse bana ateş-i dilden özge
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı

Fuzuli

Gönlümdeki ateşten başka kimse bana yanmıyor, acımıyor.
Kapımı sabah rüzgârından başka kimse açmıyor.
Kimselerin uğramadığı harabe bir evin kapısını ancak rüzgâr açar.
Şair yalnızlığı ifade ediyor.
Yalnızlık ve kimsesizlik bize Yunus Emre’nin
“Bir garip ölmüş diyeler üç günden sonra duyalar."
sözünü hatırlatır.

Haz.İbrahim Cemal TORUN
Özel Adana Gündoğdu Koleji Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni

*ÇIPLAK AYAKLIYDI GECE



Bu hikayeyi beğeneceğinizi düşündüm.

"İnsan soyu iki ayağı üzerinde ilk kez doğrulduğunda yumurtadan çıkmış bir kaz yavrusu kadar beceriksiz ve acemiymiş. Dondurucu soğuk,koca dağları un ufak eden depremler,günlerce ateş püskürten yanardağlar,ağaçları köklerinden söken seller;dinozorlar,dişleri insan boyunda mamutlar,dev yarasalar ve daha nice yırtıcı yaratıklar arasında yaşamak o kadar zormuş ki, yaşayabilmek için herkes birbirine yardım etmek zorundaymış.  Nemli,karanlık mağaralarda korkudan ve açlıktan titreyen insana,insan kardeşinden başka destek olacak kimse yokmuş. Ama nasıl ki,küçük kaz zamanla yürümeyi , yüzmeyi ve avlanmayı öğrenirse insanlar da güçlüklerle savaşarak yaşamayı öğrenmişler. Ve doğayı güçlü bir boğa gibi boynuzlarından yakalayıp yere vurunca , insana komşusunu düşünmeden yaşamak çekici gelmiş. Güçlü olanlar bencilce davranarak,herşeyin en güzelini,en yararlısını kendilerine ayırmaya başlamışlar. Buna karşı çıkanları öldürmüş,köle yapmış,zindanlarda çürümye terk etmişler. Böylece mavi dünyamızın bereketli toprakları kardeş kanının aktığını görmüş. Dökülen kan insanları doğru yola getirmiş mi dersin ? Ne gezer, atalarımız "Kurt kan kokusunu duyunca azar" demişler ya, insanlar da tıpkı kurtlar gibi olmuş. Bir zamanlar uçsuz bucaksız doğanın görkemli gücü karşısında bacakları titreyen insanın burnu bir anda Kafdağı'na ulaşmış. Kendi kardeşlerini öldürdüğü yetmezmiş gibi doğadaki öteki canlıları da yok etmeye başlamış: Toğrağı kısırlaştırmış, suları kirletmiş,ormanları çöle çevirmiş.İnsanın bu yıkıcılığına yine insanlar karşı çıkmışlar. "Böyle olmaması gerekir." demişler. "Biz insanız,vahşetin yasalarına göre yaşamamalıyız. Geçmişte olduğu gibi hepimizin birlikte mutlu olacağı bir toplum kuralım." Gelgelelim,tiranların hükmettiği bir dünyada bunu başarmak,çakıl taşlarıyla kale kurmaktan çok daha zormuş. Ama güzel günler düşleyen insanlar yılmamışlar;gün olmuş ellerinde kılıçlarla köleliğin zincirlerini parçalamışlar,gün olmuş insanları güzelliğe çağıran resimler,oyunlar,şiirler,romanlar yaratmışlar.Her yol ayrımında , her dağın eteğinde yeni bir güçlük bekliyormuş. Bazen biraz yavaşlamışlar. hatta durdukları bile olmuş. Bazen de yanlış yola sapıp,yıllarca sahte bir ışığın peşinde dolaşmışlar,ama her defasında,yola yeniden koyulmuşlar.Yürüyüş hep sürmüş.

Derler ki : Emekle,bilgiyle,sevgiyle yaratılmış ne varsa,tümünde onların düşünce aydınlığı,alın teri,kanı vardır.Yine derler ki; bizi mutluluğa götürecek yolu ışıtan yüreklerindeki ateş solmaya başlayınca,onlar mum gibi eriyip tükenmez,gökyüzüne çekilip,sevgili dünyalarını oradan aydınlatmaya devam ederlermiş.Sen , çırılçıplak bir gecede başını gökyüzüne çevirip de yeni yıldızlar görürsen,bil ki onlar insanlar için kendilerini yakmış olan canlardır."

Teşekkürler Meltem GÜNERİ

Alıntı : Ahmet Ümit (Çıplak Ayaklıydı Gece)

*İŞTE O ÇILGIN TÜRKLER





Teşekkürler M.Zeki YOLLU

19 Ocak 2010 Salı

*KAR YAĞIYOR

efe44_10.gif

Lambayı yakma, bırak,
sarı bir insan başı
düşmesin pencereden kara.
Kar yağıyor karanlıklara.
Kar yağıyor ve ben hatırlıyorum.
Kar...
Üflenen bir mum gibi söndü koskocaman ışıklar...
Ve şehir kör bir insan gibi kaldı
altında yağan karın.

Lambayı yakma, bırak!
Kalbe bir bıçak gibi giren hatıraların
dilsiz olduklarını anlıyorum.
Kar yağıyor
ve ben hatırlıyorum.

Nazım HİKMET
Paylaş

18 Ocak 2010 Pazartesi

*ANKARA RÜZGARI



pembe küçük dudağın, söyledi şarkımızı
indi bahar ankara'nın sisli yamaçlarına
içli sesin ah ne kadar açtı gönül yasımı
her gören ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına

söyledim aşkımı ben ankara rüzgarına
olmadı kaldı benim her hevesim yarıda
her gören ağladı kalbini bağladı dalgalı saçlarına

önce biraz gülecek, kalbe ümit katacak
söz verecek, gelmeyecek, hep seni aldatacak
sev diyecek, sevmeyecek, hep seni ağlatacak
boş yere ağlama, kalbini bağlama, ankara kızlarına

söyledim aşkımı ben ankara rüzgarına
olmadı kaldı benim her hevesim yarıda
boş yere ağlama, kalbini bağlama, ankara kızlarına

Gündoğdu DURAN

16 Ocak 2010 Cumartesi

*BİLİR MİSİN?



Tam sınırdan kaçarken vurulmak nedir bilir misin?
Nöbetçiler ha gördü, ha görecek
Parmaklarının ucu dikenli tellere değdi değecek...
Ama... Bir adım daha atamazsın.
Uzanıp tutamazsın;
Göz pınarlarında donup kalır hayallerin
Planların, kaçışın, kurtuluşun
Ve deler sevgi dolu yüreğini
Sevgi bilmeyen bir kurşun.
Bir okyanus da boğulmak nedir bilir misin?
Batan bir gemiye el sallayamamak,
Oturup ağlayamamak,
Birkaç kulaç ötedeki
Bir tahta parçasını tutamamak,
Nedir bilir misin?
Sevmek nedir bilir misin?
Bir şeyler tutuşur yüreğinde kıpır kıpır
Bütün benliğini sarar, ısıtır.
Her gülüşte yeniden doğarsın
Ve bin kere ölürsün her iç çekişte
Nasıl anlatsam bilmem ki.
Yani "sevmek" işte.
Duymak nedir bilir misin?
Duymak, ama anlatamamak
Çemberini kıramamak kelimelerin.
Tam dilinin ucuna gelmişken söyleyememek
"Seviyorum" diyememek
Yani ölümü yaşamak nedir bilir misin?

Ümit Yaşar OĞUZCAN

15 Ocak 2010 Cuma

*HAZIR MISIN BÜTÜN BUNLARA !!!





Tam göğsünün ortasında bir yerin acıyacak.
Evinin seni içine sığdıramayacak kadar dar olduğunu fark edeceksin.
Sokağa fırlayacaksın.
Sokaklar da dar gelecek, tıpkı vücudunun yüreğine dar geldiği gibi.
Ne denizin mavisi açacak içini, ne pırıl pırıl gökyüzü.
Kendini taşıyamayacak kadar çok büyüyecek, bir yandan da kaybolacak kadar küçüleceksin.
Birileri sana bir şeyler anlatacak durmadan.
"Önemli olan sağlık..."
"Yaşamak güzel."
"Boş ver, her şey unutulur."
Sen hiçbirini duymayacaksın.
Gözyaşlarından etrafı göremez hale geleceksin.
Ondan ölmesini isteyecek kadar nefret edecek, az sonra kollarında ölmek isteyecek kadar çok seveceksin.
Hep ondan bahsetmek isteyeceksin.
"Ölüme çare bulundu" ya da "yarın kıyamet kopacakmış” deseler başını kaldırıp ”ne dedin?" diye sormayacaksın.
Yalnız kalmak isteyeceksin.
Hem de kalabalıkların arasında kaybolmak.
İkisi de yetmeyecek.
Geçmişi düşüneceksin.
Neredeyse dakika dakika...
Ama kötüleri atlayarak…
Onunla geçtiğin yerlerden geçmek isteyeceksin.
Gittiğin yerlere gitmek…
Bu sana hiç iyi gelmeyecek.
Ama bile bile yapacaksın.
Biri sana içindeki acıyı söküp atabileceğini söylese, kaçacaksın.
Aslında kurtulmak istediğin halde, o acıyı yaşamak için direneceksin.
Hayatının geri kalanını onu düşünerek geçirmek isteyeceksin.
Aksini iddia edenlerden nefret edeceksin.
Herkesi ona benzetip, kimseyi onun yerine koyamayacaksın.
Hiçbir şey oyalamayacak seni.
İlaçlara sığınacaksın.
Birkaç saat kafanı bulandıran ama asla onu unutturmayan...
Sadece bir müddet buzlu camın arkasından seyrettiren…
Bütün şarkılar sizin için yazılmış gibi gelecek.
Boğazın düğümlenecek, dinleyemeyeceksin.
Uyumak zor, uyanmak kolay olacak.
Sabahı iple çekeceksin.
Bazen de "hiç güneş doğmasa" diyeceksin.
Ne geceler rahatlatacak seni ne gündüzler.
Ölmeyi isteyip, ölemeyeceksin.;
Belki çivi çiviyi söker diye can havliyle önüne çıkana sarılmak isteyeceksin.
Nafile...
Düşüncesi bile tahammül edilmez gelecek.
Rüyalar göreceksin, gerçek olmasını istediğin.
Her sıçrayarak uyandığında onun adını söylediğini fark edeceksin.
Telefonun çalmasını bekleyeceksin aramayacağını bile bile.
Her çaldığında yüreğin ağzına gelecek.
Ağlamaklı konuşacaksın arayanlarla.
Yüreğin burkulacak.
Canın yanacak.
Bir daha sevmemeye yemin edeceksin.
Hayata dair hiçbir şey yapmak gelmeyecek içinden.
Onun sesini bir kez daha duymak için yanıp tutuşacaksın.
Defalarca aradığı günlerin kıymetini bilmediğin için kendinden nefret edeceksin.
Yaşadığın şehri terk etmek isteyeceksin, onunla hiçbir anının olmadığı bir yerlere gidip yerleşmek.
Ama bir umut...
Onunla bir gün bir yerde karşılaşma umudu...
Bu umut seni gitmekten alıkoyacak.
Gel gitler içinde yaşayacaksın.
Buna yaşamak denirse.
Razı mısın bütün bunlara?
Hazır mısın sonunda ölüp ölüp dirilmeye?
O halde âşık olabilirsin.

Teşekkürler Gökben GÖKAHMETOĞLU

*DEDİM DİLBER



Dedim dilber senin aslın nereli
Konya tarafında Bor dedi bana
Dedim aşkın ile sinem bereli
Dermanı bulunmaz çor dedi bana

Dedim zülfün eyle boynuma zencir
Dedi var yıkıl git hey ihtiyar pir
Dedim talim edip ol sen muabbir
Bir rüya görmüşüm yor dedi bana

Dedim ruhun ahmer yoksa al mıdır
Dedi servi kaddim hub nihal midir
Dedim şirin lebin söyle bal mıdır
Şirin değil biraz şor dedi bana

Dedim bir busecik in'am edip ver
Dedi hışma gelip bu herif ne der
Dedim hem yanımda birdir simü zer
Derviş fakir sefil hor dedi bana

Dedim kemendimdir giyusu telin
Dedi Türabi çek sen benden elin
Dedim seyreyleyim gerdanda halin
İşte gözün görmez kör dedi bana

*YOL İŞARETİ



Sevdinse...
Aşkında yitip yok oldun,
Karıştıracaksın günü, ayları.
Sevgi yollarında ne kaide, kanun
Kendin aşmalısın bu dolayları.

Eriyip kendini yok sanacaksın
Bu derdin olmayıp özge çaresi
Sen hız hız "kazaya" uğrayacaksın
Yoktur bu yollarda yol işareti

Bahtiyar VAHAPZADE