Çocukluğumda bana kocaman gelen pencereler vardı. Onlara annem sarı sim ipliklerle işli, oldukca ağır, koyu kahverengi kadife perdeler takardı. Şimdi gülüyorum; o zaman kendimizi saraylı falan sanıyordum. "Yaşasın Cumhuriyet " şiirini çok severek okuyordum bütün yirmi üç nisanlarda; oysa ben bir saraylıydım. Annem de bana "prensesim" diyerek bunu perçinliyordu. Ne kadar yakışıyordu ki bu sıfat, eli yüzü her zaman yaptığı bir yaramazlığa bulanmış, saçları kısacık, minicik burnunu durmadan oraya buraya sokan ve ağlamak için hiç zamanı olmayan bana... Çocukluğumda ağlamak için geceyi ve yatağımı beklerdim. Gözyaşlarımı içime akıtmayı becerebiliyordum o günlerde, şimdi asla olmuyor. Olur olmaz doluyor göz pınarlarım. Pencereye kuş konmuş; Serap ağlasın. Gökyüzü masmavi; Serap ağlasın. Anneler günü yarın, ama onların annesi yok; Serap ağlasın!
Kaldırılsın anneler günü. Babalar günü de... Pencereler de kaldırılsın... Artık annem asmıyor o perdeleri. Kimse bana prensesim demiyor. Garp icadı bu günler. Bütün Garp icatları gibi, atom bombası gibi, dinamit gibi, uzaya atılan füzeler gibi faydasız ve emici. Sürekli emici ...
Dünyanın uzaydan çekilen fotoğrafları durdurabildi mi bebek ölümlerini? Ayda yaşam var mı, bana ne? Açlıktan ölürken bir anne- memesine yapışmış yavrusuna anasütü yerine anakanını içirirken- balinalar konuşuyormuş.
Hey!.. İnsanlık için ne büyük kazanç!.. Duyun; ama " öldürmeyin " diye seslenen yalvarmalara hiç aldırmayın!..
İnsan, hırsının ve alışkanlıklarının nasıl da kölesi olmuş. Sırça saraylardaki melanetlere ev sahipliği yapıyor bu kölelik. Artık eşyalarla fazla uğraşmaktan yana değilim. En iyisi onları kendi hallerine bırakmak. Dev alışveriş merkezlerine girdiğimde eşyalara eskisi gibi bakmıyorum, hatta hiç bakmıyor, aralarından onlar yokmuş gibi geçip gidiyorum. Nereye? Yaşamımı sağlayacak ihtiyaç maddelerinin olduğu yere; ekmeğe, suya, tuza...
Dev alışveriş merkezlerinde öldürdüğüm onca zamanımın ve insan yanımın hesabını tutuyorum. Bu oyunda her ne kadar yalnızsam da (çünkü ejderhalar rüzgarı ve ateşi seçti özgürler) artık alış verişmerkezlerine gitmiyorum. Beton çatlağında köklenen minnacık bir ot o cicili bicili eşya ve mal yığınlarından daha çok ilgilendiriyor beni. Bundan dolayıdır ki en çok sen ilgilendiriyorsun beni. Seni benim fikrimde diğer insanlardan farklı kılan, o farklılığa beni ram eden ne ? Aşk mı? Aşksa, aşk... Bana öyle geliyor ki sadece aşk değil.
Uçsuz bucaksız bir karanlığı andırıyorsun. ''Ben bu adamda bir şeyimi yitirirsem bulamam'' düşüncesi ilginç ve çekici geliyor. Sende yitirdiğim ve yitireceğim her şeyin dönüp dolaşıp, eninde sonunda bana katılacağı inancı var bende. Saflığın, mahkumluğun çekiyor beni. Bende olmayan özeliklerin çekiyor beni. İç çatışmaların, sorunların, saldırıların, yarattığın eserler karşısındaki hayranlığın ve arayışını yitirmeyen o ürpetici yalnızlığın çekiyor beni. Keşfedemediğim yanlarımı senin keşfederek bana anlatacağını bilmek çekiyor beni.
Sesini özlüyorum bazen. Anılarımı ayağa kaldıran, beni olmayacak hayallere kahraman eden sesini...
Yorgunum. Nedeni belki de sensin. Ama biliyorum ki yorgunluğumun tadı sensin. Senden güç alıyorum... Mutlu muyum? Cevabım hayır... Ama iyiyim, iyi olduğumu biliyorum. "Mutlu insan yoktur, mutlu anlar vardır" demişti arabesk sanatcılardan biri. Sanırım bize kalan o anları çoğaltmaya çalışmaktır. Matematiksel bir işlem değil tabii ki bu, bir koydum beş almalıyım hiç değil. Nasıl olacak bu bilmiyorum "ama kısa boylu bir hayatı uzun boylu kederlerle acıyarak" yaşadığımızı farkediyorum. Yoruluyoruz telaşlardan. Çanına ot tıkamaya çalıştığımız hayat, bize çelme takıveriyorur ustaca. Sendeliyoruz, bir sığınak arıyoruz, sonra farkediyoruz. Bir beton çatlağında kök salmaya çalışan minnacık otu. Ona sarılıyoruz, o beton çatlağının içine birlikte sız(l)ıyoruz...
Biri bir şeyler anlatıyor, bir şair. Kulak ver:
"Artık cennet düşleri yeni cehennemler doğuruyorlar. Yoksullar yine varoşlarda beraber ve solo şarkılar söylüyorlar; yine kargalar pisliyorlar mezarlıklara. Hep incinen, ama incelemeyen kadınlar, her güne bir Prozac’la katlanıyorlar ve rüyalarına intihar süsü verilmiş çocuklar artık düşlerini gıcırdatmıyorlar... Bir düş bulsa yaslanacak çocuklar… Artık hayatlarımız düşlerinden sökülüp monte ediliyorlar ve düşenler yitiyor, kalanlar yürüyor-lar… Orospular uzun bacakları ve silikon memeleriyle caddeleri pervasız arşınlıyorlar. Artık en namus- lular orospular; bu yüzden yağmurlar şehri boşuna yıkıyorlar... Üstümüzde ne kuşlar ne dolunay... Böyle alkole batmış akşamlar, sersem sabahlar; gittikçe tuzak, sevdikçe ihanet, sevdikçe batak! Herkes kavramış da ötekini çaresiz-liğinden emeğinin tabutuna zar atıyorlar; sonra her gece alkolün esrik tadın-dan etin vahşi tadına sızıyorlar ve sokak çocukları her gece gökyüzüne eksik yatakların şarkısını söylüyorlar..." *
Bir yerlerde bir ses, tekrar, tekrar, tekrar ediyor bunları. Bütün ezberlerimi bozdum bu sese kulak veriyorum, yeni bir ezber ama çok çabuk unutuyorum. Artık ezberlemiyorum.
"Artık cennet düşleri yeni cehennemler doğuruyorlar. Yoksullar varoşlarda yine beraber ve solo şarkılar söylüyorlar; yine kargalar pisliyorlar mezarlıklara. Hep incinen, ama incelemeyen kadınlar... Artık cennet düşleri yeni cehennemler doğuruyorlar. Yoksullar yine varoşlarda beraber ve solo şarkılar söylüyorlar; yine kargalar pisliyorlar mezarlıklara... Üstümüzde ne kuşlar ne dolunay... Böyle alkole batmış akşamlar, sersem sabahlar; gittikçe tuzak, sevdikçe ihanet, sevdikçe batak! Herkes kavramış da ötekini... Artık cennet düşleri yeni cehennemler doğuruyorlar. Yoksullar yine varoşlarda beraber ve solo şarkılar söylüyorlar..."
Hayatı böyle bel-ledik. Cevabım sanadır üstadım. Bu cevap ne kadar benim istediğim doğrultuda olsa da, içimde beslediğim yanım galip gelecek...
Hep aynı nakarat... Yeter!
Aşk şarkıları dinliyorum son günlerde, aşk şiirleri de okuyorum üstelik. Bana uymuyor hiç biri, bütün şairler ve şarkılar kendi aşklarını yaşıyorlar. Oysa ben beton çatlağında kök salmaya çalışan o minicik ota aşığım...
Kendime senden gelmiş gibi bir not yazıp masama koyacağım:
"Çocuk, geldiğimde odanın tüm ışıklarını söndür, sükunetimi ve anaforlarımı gör gözlerimde. Terimi elinle sil, ellerinde kurusun terim. Bir şiir okumuştun; sesin kum taneleri çöl gecesinde, üstünde yıldızlı gökyüzü, içinde öten incir kuşu... Aklını ve aşkını arayan bir divaneyi anlatan. Onu bir daha oku bana. Aklım karmakarışık... Gamzeli aynanın önünde saçlarımı taramayı unutma. Haa, unutmadan yazayım, ellerinde kına olsun, avuc içlerinden öpeceğim."
Portakal Çiçeği Ve Fısıltı
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder